716 sonuç

Tarama Sonuç Kümeleri
Tümünü Listeye Ekle
Amaç: X, Y, Z kuşaklarının beslenme bilgi düzeyleri, obeziteye karşı ön yargıları ve besin seçimlerinin değerlendirilmesidir. Yöntem: Katılımcılara yüz yüze olarak katılımcıların sosyodemografik özelliklerini ve beslenme alışkanlıklarını içeren sorular ile beslenme bilgi düzeylerini değerlendirmek amacıyla Yetişkinler için Beslenme Bilgi Düzeyi Ölçeği (YETBİD), Obezite Ön Yargı Ölçeği (GAMS-27) ve Besin Seçimi Anketi’nden (BSA) oluşan anket uygulanmıştır. Elde edilen veriler, SPSS v26 (IBM Inc., Chicago, IL, USA) programında analiz edilmiştir. Bulgular: X, Y, Z kuşaklarının yaş ortalaması sırasıyla 48,92±4,68 yıl, 34,06±5,14 yıl, 18,90±1,31 yıl ve BKİ ortalamaları sırasıyla 27,27±3,25 kg/m2, 26,30±3,69 kg/m2, 23,01±3,74 kg/m2dir. “GAMS-27 Toplam” puanı Y kuşağında diğer kuşaklara göre istatistiksel olarak yüksek bulunmuştur (H=14,980; p<0,01). BSA alt faktörlerinden “Duygudurum” (H=8,282; p<0,05), “Uygunluk” (H=18,105; p<0,001), “Duyusal Çekicilik” (H=10,068; p<0,01) ve “Fiyat” (H=9,631; p<0,01) alt faktörleri puan ortancaları Z kuşağı bireylerinde en yüksek; “Doğal İçerik” (H=29,287; p<0,001), “Ağırlık Kontrolü” (H=9,396; p<0,01), ve “Etik Kaygı” (H=11,209; p<0,01) alt faktörleri puan ortancaları X kuşağı bireylerinde en yüksek bulunmuştur. YETBİD’in “Temel Beslenme” alt faktör puanlarındaki artışın, BSA’nın “Sağlık”, “Duygudurum”, “Duyusal Çekicilik”, “Doğal İçerik”, “Fiyat” alt faktör puanlarında artışa (p<0,05); YETBİD’in “Besin Tercihi” alt faktör puanlarındaki artışın, BSA’nın “Sağlık”, “Uygunluk”, “Duyusal Çekicilik”, “Doğal İçerik”, “Fiyat”, “Ağırlık Kontrolü”, “Aşinalık” alt faktör puanlarında azalışa (p<0,05) ve “GAMS-27 Toplam” puanlarındaki artışın, BSA’nın “Sağlık”, “Duygudurum”, “Uygunluk” , “Duyusal Çekicilik”, “Doğal İçerik”, “Fiyat”, “Ağırlık Kontrolü” ve “Aşinalık” (p<0,05) alt faktör puanlarında azalışa neden olduğu bulunmuştur. Sonuç: Obezite ön yargısı toplam puanı en yüksek olan kuşak; Y kuşağıdır. Kuşakların beslenme bilgisi ve obezite ön yargısı besin seçimlerini etkilemektedir.
İnsanın diğer davranışlarında olduğu gibi yaşamını sürdürdüğü topluluğun alkol kullanımına karşı yaklaşımı veya kültürel ve çevresel yatkınlığı kişinin alkol kullanım tutumlarını yakından etkileyen temel unsurları oluşturmaktadır. Gelenekçi toplum yapılarında ise kişinin davranışları üzerinde gelenek ve örfler daha baskın bir role sahip olabilmektedir. Kültürel desenleri ve gelenekçi yapısını kuşaklar arası aktarımla günümüze kadar devam ettiren ve geleneğe olan bağlılık sebebiyle kendilerine has bir tutum geliştiren Romanlar örneğinde bu etkileşimi görebilmek mümkündür. Özellikle bu gruptaki kadın ve ergenlerin alkole karşı tutumları ve alkol kulanım davranışlarının incelenmesi ile söz konusu durum gözlemlenebilir. Bu noktada toplumda dezavantajlı gruplar olarak kabul edilen kadınların alkol kullanımına karşı korumacı bir yaklaşım gösteren gelenekçi yaklaşımların ve bunun yanında çocuk ve ergenlerin alkole maruziyeti ve alkol kullanımına karşı müsamahakâr yaklaşımın bu toplulukta ne ölçüde karşılık bulduğunun tespiti önem arz etmektedir. Bu araştırmada, alkol kullanımında kültürün rolünü belirlemek amacıyla geleneklerini koruma çabasıyla öne çıkan Roman topluluklarından karma bir grup örneklem olarak seçilmiştir. İstanbul’un tarihi semtleri arasında yer alan Üsküdar’ın Selami Ali mahallesinde nitel araştırma yöntemleri kullanılarak yapılan araştırmada öne çıkan sonuçlar arasında geleneklerine sıkı sıkı bağlı kalmaya devam eden topluluğun erkek ve kadınların alkol kullanım tutumlarında cinsiyetçi yaklaşımların hala örf ve adetlerden beslenmeye devam ettiği, mahalledeki kullanım yaygınlığından çocuk ve ergenlerin olumsuz yönde etkilendiği tespit edilmiştir.
Bu çalışma ilköğretim çocukları (1,2,3,4. sınıf) ve ailelerinin beslenme ve fiziksel aktivite çev- resini tanımlamak amacı ile velilerden oluşan çalışma grubu ile yapılmıştır. Çalışma 2020 yılı Haziran ayında, İstanbul’un bir ilçesinde, 1108 öğrenci bulunan bir ilköğretim okulunda, etik kurul ve kurum izni alındıktan sonra yapılmıştır. Tüm anne- babalara anket gönderilmiş ve 485 kişiye ulaşılmıştır. Veriler sosyodemografik özellikleri belirlemeye yönelik sorular ve Türkçeye uyarlanmış Aile Beslenme ve Fiziksel Aktivite Tarama Ölçeği (ABFA-TR) ile toplanmıştır. ABFA ölçeğinden alınan puanlarla çocukların beden kitle indeksi (BKİ) ve bazı sosyodemografik de- ğişkenler arasındaki ilişkiler, verinin yapısı ve dağılımına göre uygun varyans analizi modeli ve korelasyon analizi ile incelenmiştir. Çalışmaya katılan çocukların yaş ortalaması 7,12±1,23’dir. Çocukların %30,9’u 2. sınıf öğrencisi ve yarısı (%49,3) kızdır. Annelerin %34,6’sı lise mezunu ve %81,6’sı çalışmamakta; babaların %35,3’ü lise mezunu ve %94,4’ü çalışmaktadır. Çalış- maya katılan annelerin %50,2’si babaların ise %70,7’si fazla kilolu/obezdir. Çocuklarda ise bu oran %37,1dir. Babanın BKİ değeri ile çocukların persentilleri arasında yapılan çoklu uyum analizine göre normal BKİ değerine sahip babaların normal kiloda çocuklarının olduğu, fazla kilolu ve obez babaların fazla kilolu ve obez çocukları olduğu görülmüştür (χ2=18,014, p=0,006). ABFA-TR ölçeği toplam puan ortalaması ise 59,12±6,34 olarak bulunmuştur. Aileler en düşük puan ortalamasını Çocuk Aktivitesi (4,46±1,38), en yüksek puan ortalamalarını ise Uyku Rutini (6,97±1,23), Yiyecek Seçimi (6,80±1,05) ve Aile Öğünleri (6,71±1,46) alt boyut- larından almıştır. Annenin eğitim durumu, çalışma durumu, babanın eğitim durumu ve gelir durumu ile ABFA –TR puan ortalamaları arasında anlamlı farklılıklar bulunmuştur (p<0,05). Çalışmanın sonuçlarına göre ilköğretim çocuklarına yönelik obezojenik sağlık davranışlarını değiştirme amaçlı müdahale çalışmaları yapılması önerilir.
Teknolojinin gelişmesi ve mobil cihaz kullanımının artması ile birlikte sağlık alanında da mobil teknolojilere yönelim giderek artmaktadır. Bu yönelimden en çok etkilenen alanlardan biri de obstetri alanıdır. Kadın sağlığı, gebelik, doğum, doğum sonu gibi birçok alanda mobil sağlık uygulamaları piyasaya sürülmektedir. Kullanıcı sayısındaki artış ve kadınların bilgi edinme kanallarının bu alana çevirmesiyle birlikte mobil sağlık uygulamaları üzerindeki çalışmalar artmıştır. Mobil sağlık uygulamaları üzerine yapılan bu çalışmalar ebelik bakımının sunum şeklini etkilemektedir. Ebelerin bakımlarının kalitelerini arttırmaları ve güncel teknolojileri bakımlarına entegre etmeleri için bu çalışmaları yakından takip etmeleri ve bu alandaki çalışmalara katkı sağlamaları gerekmektedir. Bu derleme ebelik alanında kullanılan mobil uygulamaları incelemek amacıyla yapılmıştır. Bununla birlikte bu alanda yapılan çalışmalarda ebelik felsefesine özgü niteliklerin eksik olduğu ve tıbbi bilimsel dayanakların kullanılarak yürütüldüğü görülmektedir. Ebelerin Türkiye’de mobil sağlık uygulama geliştirmelerinin ve/veya kullanmalarının ebelik bakımı ve kadın sağlığı açısından oldukça önemli olduğu düşünülmektedir.
Objective: The aim of this study was to evaluate the effects of social appearance anxiety of adult individuals who applied to a private nutrition and diet clinic in Istanbul province on their food choice and its relationship with anthropometric measurements. Method: Social Appearance Anxiety Scale (SAAS) and Food Choice Questionnaire (FCQ) including questions on participants’ sociodemographic characteristics and nutritional status were performed face to face. Data were analyzed with SPSS v26 (IBM Inc., Chicago, II, USA) package program. Results: Mean age of participants was 40.03±12.12 years, mean body mass index (BMI) was 26.93±5.41kg/m², waist circumference was 88.97±18.17 cm., hip circumference was 101.66±17.52cm., waist/hip ratio was 0.88±0.09 cm., waist/height ratio was 0.53±0.10 cm. 197 participants were male and 313 were female. Females’ median total “SAAS” score (U=25352; p<0.01), and FCQ’s “Health” (U=20807; p<0.001), “Mood” (U=23941.5; p<0.001), “Convenience” (U=20520; p<0.001), “Natural Content” (U=22974.5; p<0.001), “Price” (U=27182.5; p<0.05), “Weight Control” (U=20412.5; p<0.001), “Familiarity” (U=22933.5; p<0.001), and “Ethical Anxiety” (U=24077.5; p<0.001) subfactor scores were found to be statistically significantly higher. Mood, Convenience, Natural Content, Weight Control and Ethical Concern subfactor scores decreased with increasing BMI, waist circumference, and waist/hip values (p<0.05). Increasing SAAS total scores also increased FCQ’s mood and convenience subfactor scores (p<0.05). Conclusion: High Social Appearance Anxiety affect food choice and body compositions.
Amaç: Kronik bel ağrılı bireylerin ağrı inançlarının cinsiyetlere göre semptom şiddetleri ile ilişkisini incelemek. Yöntem: Çalışmaya 18-65 yaş aralığında 204 kişi katıldı. Katılımcıların cinsiyete göre yaş ortalamaları sırasıyla erkeklerde 42.21±14.24, kadınlarda 41.65±13.41 idi. Çalışmada ağrı inançlarını ölçmek için Ağrı İnançları Ölçeği (AİÖ) ve ağrı şiddetlerini ölçmek için de Numerik Derecelendirme Sakalası (NRS-11) kullanıldı. Bulgular: Kronik bel ağrılı bireylerin ağrı inançlarının semptom şiddeti ile ilişkisinin cinsiyetlere göre anlamlı farklılığa sahip olduğu bulundu (p=0.001). AİÖ ve NRS-11 değerleri cinsiyetler arası istatistiksel olarak anlamlı farklılığa sahip olup (p=0.001), kadınlarda daha yüksek düzeyde bulundu (p<0.001). Sonuçlar: Araştırmamızda ağrı inançlarının ve kronik ağrıyı algılamanın cinsiyete göre değiştiğini tespit ettik. Cinsiyet faktörünün, yaşanılan ağrı şiddeti ve ağrılara dair geliştirilen inançların gücüyle ilişkili olduğu görüldü. Kadın bireylerin erkek bireylere göre daha yüksek ağrı şiddeti skor ortalamasına sahip olduğu, organik ve psikolojik ağrı inançlarının da daha fazla olduğu bulundu.
Alzheimer's disease (AD) is a common type of dementia, which is a progressive brain disorder causing memory, thought and behavioral issues. Effective therapeutic treatments for AD and/or Dementia have not yet been developed. In this study select transcriptomic datasets were analyzed and disease proteins that comply with selection criteria were identified. These proteins were then docked with Donepezil, Galantamine, Memantine and Rivastigmine drugs as well as Thymus cilicius, Melissa officinalis, Salvia sclarea, Linum usitatissimum and Curcuma longa plant actives. Resulting binding energy values for mutant proteins are significantly different from wild type, especially in MET (MET proto-oncogene, receptor tyrosine kinase) (PDB ID: 3ZXZ). The plant actives showed notable Relative Stability values when docked with wild type proteins in comparison to drug molecules. To conclude, Alpha-Muurolene, Alpha-Atlantone, Alpha-Cadinene, BetaBourbonene, Beta-Cubebene and Germacrene-D as candidate alternative plant actives have been suggested for these diseases.
“Kadın” ve “Cinsellik” yan yana dahi getirilmekten kaçınılmış iki kavram. Konuşulmayan, öğretilmeyen ve keşfedilirken birçok toplumsal engelle karşılaşan cinsellik, bireyin varoluşunun yadsınamaz bir parçası. Bu sebeple birçok konuda öteki haline gelmiş kadınların cinselliğe bakışını görebilmek amacıyla bu araştırma yürütülmüştür. Araştırmanın önceliği, ele alınmayan bu konuyu bilimsel bir yöntemle inceleyerek bireyin farkındalık kazanmasına yardımcı olmaktır. Bir diğer amacı ise ortaya çıkan veriler aracılığıyla diğer bireylere ulaşarak konuyla ilgili toplumsal farkındalık oluşturmaktır. Farklı eğitim düzeyine sahip kadınların cinselliğe bakışını incelerken Online Seslifoto (OSF) yöntemi kullanılmış ve katılımcılardan cinselliklerini tanımlayan temsili bir fotoğraf çekmeleri istenmiştir. Çektikleri bu fotoğrafa, GÖZSAN sorularından faydalanarak yazdıkları hikaye ile anlam katmışlardır. Son olarak ise, katılımcıların sözcüklerinin zarar görmemesi için “tema”nın onlar tarafından belirlendiği Online Yorumlayıcı Fenomenolojik Analiz (OYFA) yapılmış; bu temalar üzerinden tüm katılımcılar, araştırmacı tarafından belirlenen “ana tema” gruplarına dahil edilmiştir. Çalışma sonunda 12 ana tema ortaya çıkmıştır. En sık tekrarlanan ana temalardan ilk üçü şöyle olmuştur: Hoşa giden/istenen duygular (aitlik duygusu, aşk, coşku, güven, heyecan, huzur, masumiyet/saflık, mutluluk, sevgi, şefkat, tutku, umut, zevk) ( n=56, % 32), hoşa giden/istenen bedensel hisler(ahenk/uyum, arzulamak, canlanma, cinsel uyarılma, dişil hissetmek, gevşeme/ enerji boşaltımı, güçlü hissetmek, hissetmek, orgazm, tanrıça gibi hissetmek) (n=28, %16), Hoşa giden/istenen davranışlar(dokunmak/temas, haz, ilgi, mastürbasyon, öpüşmek, saygı, seks, teslimiyet, yakınlık) (n=28, %16). Katılımcıların cinsellik tanımlarına eğitim düzeyi boyutuyla bakılmış ve farklılık olup olmadığı araştırılmıştır. Eğitim düzeyinin cinselliği tanımlamada farklılaştığı yerin, “Özgürlük” ve “Varoluş- Kendini arama/tanıma/keşif” ana temaları olduğu görülmüştür. Bu temalar yalnızca lisans, yüksek lisans ve doktora eğitim düzeylerinden katılımcılar tarafından kullanılmıştır. Pandemi döneminde yapılmış olan bu araştırma, Online Seslifoto (OSF) ve kadın cinselliğini ilk kez bir araya getirmesi sebebiyle alanyazına katkı sağlayacağı düşünülmektedir.
Paketli gıda üretiminde makinelerden kaynaklı tehlikelerin tespitinin gerekliliği; karar vericilerin subjektif yaklaşımlarına karşı belirsizliklerin giderilmesi, tehlikelerden kaynaklı risklerin önceliklendirilmesi ve akabinde düzeltici faaliyetlerin sıralanması açısından çok kriterli karar verme problemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu çalışmada karşımıza çıkan ana araştırma sorusu, karar verici uzman ekibin tercihleri de dahil olmak üzere nicel ve nitel karar kriterlerine dayalı olarak gıda üretim faaliyetlerinde makineler ile ilgili alınacak güvenlik önlemlerini sıralamak için bir yönteme gerek olup olmadığıdır. Bu çalışma uygulama alanına ait mesleki tehlikelerin değerlendirilmesi ve bu tehlikeler sonucunda alınacak güvenlik önlemlerinin önceliklendirilmesi olmak üzere iki aşamadan oluşmaktadır. Birinci aşamada, kriterlere ait faktör ağırlıkları Bulanık DEMATEL (Karar Verme Deneme ve Değerlendirme Laboratuvarı) ile hesaplanmıştır. İkinci aşamada elde edilen ağırlıklar kullanılarak Bulanık CODAS (Birleştirilebilir Uzaklık Esaslı Değerlendirme veya Birleştirilebilir Mesafe Tabanlı Değerlendirme) ile mesleki tehlikeler ve tehlikelerden kaynaklı riskler önceliklendirilmiştir. Böylece gerçekleştirilmesi gereken düzeltici ve önleyici faaliyetlerin iş planının sağlıklı bir şekilde oluşturulması sağlanmıştır. İş sağlığı ve güvenliği yönetim sisteminin işletilebilirliğini güçlendiren bir yaklaşım olarak risk ve önlemler birlikte analiz edilmiştir. Önerilen uygulama modeli gıda üretim sanayinde faaliyet gösteren bir fabrikada uygulanmış, en önemli ilk üç risk kaynağından ilki “Paketleme Makinesine ait Koruyucuların Manipülasyona Uğraması’ olarak saptanmıştır. Bunu takip eden tüm alt kriterlerin bir arada değerlendirilmesiyle sırasıyla ‘Makine Operatörlük Eğitimi Bulunmayan Kişilerin Makineye Müdahalesi ve Paketleme Makinesinin Tehlikeli Bölgesine El ile Müdahalede Bulunması’’ olarak belirlenmiştir. Elde edilen bu veriler gıda sektöründe makine kullanımı noktasında operatörlük iş kolunun öneminin, iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması ile iş kazalarının önlenmesi açısından etkin bir faktör olduğunu ortaya koymaktadır.
“Bilim nedir?” sorusu, bizzat bilim ve felsefe kadar eski olduğu söylenebilecek bir sorudur. Felsefe tarihinin başlarından itibaren farklı ekollerden farklı düşünürler bu soruyu cevaplamayı denemişlerdir. Sorunun halen tatmin edici bir yanıt bulamadığını gözlemleyen Alman bilim felsefecisi Paul Hoyningen-Huene, bu gözleminden yola çıkarak, yeni bir yanıt girişiminde bulunmuştur. Yazarın önceki eserlerinde de izleri sürülebilen “sistematiklik teorisi”, ilk kez 2013 yılında Oxford University Press tarafından yayımlanan Systematicity: The Nature of Science [Sistematiklik: Bilimin Doğası] eserinde detaylıca sunulmuştur. Bilim nedir sorusuna getirdiği yeni yaklaşım ve sosyal ve beşeri bilimlerle doğa bilimlerini ayıran ve birleştiren hususları araştırmasıyla Systematicity: The Nature of Science, gerek bilim felsefecilerinin, gerekse teoriyle ilgilenen bilim insanlarının bolca faydalanabileceği bir eserdir.
Geçmişten günümüze insan davranışları alanında çalışan bilim insanları çocukluk dönemini ve çocukluk döneminin yetişkinlik dönemine etkilerini biyolojik, psikolojik, sosyal ve bilişsel açılardan incelemişlerdir ve bu alanda birçok kuram bulunmaktadır. Bu çalışmanın amacı, çocukluk dönemine ve özellikle çocukluk döneminin duygusal ihtiyaçlarına farklı kuramlar açısından bakarak ebeveyn yaklaşımlarının bu ihtiyaçlar doğrultusunda şekillenebilmesi ve bu ihtiyaca yönelik farkındalığın artırılmasına katkıda bulunabilmektir. Çalışma sonuçlarına göre ulaşılan sonuçlar göstermektedir ki, çocukluk döneminde alınan desteğin, koşulsuz sevgi ve şefkat ile büyümenin yetişkinlik döneminde duyguların yönetilme becerisine, patolojilerden korunmaya katkısı büyüktür. Bu alanda varılan sonuçların derlendiği çalışmanın ülkemizde ebeveyn tutumlarına ışık tutması hedeflenmiş ve duygusal zekâ gelişimine dair önemin alan çalışanları ve ebeveynler tarafından anlaşılması hedeflenmiştir.
Objective: The aim of this study is to evaluate the effect of hedonic hunger on nutritional change processes and its relationship with BMI in university students. Methods: A questionnaire consisting of sociodemographic characteristics, questions about eating habits, Power of Food Scale (PFS) and Nutrition Change Processes Scale (NPCS) were applied to 1003 undergraduate students. Results: Majority of the students were female and normal weight in terms of BMI. The median PFS and score of the obese students is higher than the normal ones. The median NPCS scores of obese students are higher than other BMI classifications (p< .01). The median scores of food available, food present and food taste sub-factors of PFS are statistically higher in obese students than in normal-weight students (p< .01). The sub-factors of NPCS that consciousness raising, dramatic relief, self-reevaluation, social liberation, contingency management, self-liberation, stimulus control median scores are statistically higher in obese students than in normal-weight students. As hedonic hunger increases, the nutritional change process increases by 13.7%. The increase in hedonic hunger affects the nutritional change processes positively by 46.1% (p< .001). Conclusion: Hedonic hunger and nutrition change processes of obese students are higher than those of normal weight, and as hedonic hunger increases, the process of nutritional change increases, and the increase in hedonic hunger positively affects nutritional change processes.
Background: It is known that there is a relationship between psychotic disorders and the presence of cerebral midline defects, such as the cavum septum pellucidum and the absence of adhesio interthalamica. This study aims to investigate whether these defects in people with alcohol/substance use disorders are associated with the occurrence and persistence of psychotic symptoms. Methods: The files of the patients who were hospitalized in an addiction inpatient unit were retrospectively scanned. The presence of cavum septum pellucidum and the absence of adhesio interthalamica were determined by evaluation of the magnetic resonance imaging findings. The presence of psychotic symptoms at admission and the persistence of psychotic symptoms after 2 weeks of detoxification treatment were used as dependent variables in different logistic regression models. The presence of cavum septum pellucidum and the absence of adhesio interthalamica were included in 2 separate models as independent variables. Results: The results of the regression analyses showed no significant relationship with respect to cavum septum pellucidum. However, the analyses revealed that the absence of adhesio interthalamica increases the risk of the persistence of psychotic symptoms. Conclusion: Our findings suggest that the absence of adhesio interthalamica can be considered a structural risk factor for the development of psychosis in people receiving treatment for substance use.
Objective: Breast cancer (BC) is the most common cancer type in women and may be inherited, mostly in an autosomal dominant pattern. The clinical diagnosis of BC relies on the published diagnostic criteria, and analysis of two genes, BRCA1 and BRCA2, which are strongly associated with BC, are included in these criteria. The aim of this study was to compare BC index cases with non-BC individuals in terms of genotype and diagnostic features to investigate the genotype/demographic information association. Materials and Methods: Mutational analyses for the BRCA1/BRCA2 genes was performed in 2475 individuals between 2013-2022 from collaborative centers across Turkey, of whom 1444 with BC were designated as index cases. Results: Overall, mutations were identified in 17% (421/2475), while the percentage of mutation carriers in cases of BC was similar, 16.6% (239/1444). BRCA1/BRCA2 gene mutations were detected in 17.8% (131/737) of familial cases and 12% (78/549) of sporadic cases. Mutations in BRCA1 were found in 4.9%, whereas 12% were in BRCA2 (p<0.05). Meta-analyses were performed to compare these results with other studies of Mediterranean-region populations. Conclusion: Patients with BRCA2 mutations were significantly more common than those with BRCA1 mutations. In sporadic cases, there was a lower proportion with BRCA1/BRCA2 variants, as expected, and these results were consistent with the data of Mediterranean-region populations. However, the present study, because of the large sample size, revealed more robust findings than previous studies. These findings may be helpful in facilitating the clinical management of BC for both familial and non-familial cases.
Purpose: Finger injuries are important causes of emergency department admissions. In order to perform daily activities, the fingers must work fully and flawlessly. Replantation surgery aims to keep the injured finger alive and perform its func- tions almost completely. Our study aims to evaluate the reasons affecting the success of replantation during the SARS COV-2 pandemic period and to question the functional recovery after replantation. Methods: Finger and hand replantation performed in a single center by the same surgeon were reviewed retrospectively. Preoperative, intraoperative, and postoperative and demographic data of the patients, mechanism of injury, ischemia du- ration, complications, surgical treatment approaches, and functional evaluation scales after rehabilitation were collected and statistically evaluated. Results: In our study, 88 fingers of 56 patients were replanted. While single finger replantation was performed in 38 pa- tients, multi-finger replantation was performed in 18 patients. The total success rate of replantation was 73.2%. While suc- cessful results were obtained in 81.6% of 38 patients with single finger replantation, 55.6% of 50 fingers in 18 patients with multiple finger replantation were successful. We found that 3 patients after surgery and 11 patients in the six months before surgery were positive for SARS COV-2. No finger loss or complications occurred in these 14 patients after replantation. Conclusion: We concluded that SARS COV-2 disease had no significant effect on finger replantation surgery. Our study found that the most important variables affecting surgical success were the mechanism of injury, injury level, age, gender, anesthesia technique applied, number of repaired veins, smoking, and ischemia duration.
Objective: This study was carried out to examine the frequency of lumbopelvic pain in pregnant women, the level of disability associated with it, and the factors that may affect the level of disability. Methods: The descriptive, cross-sectional and analytical study was carried out with 381 pregnant women who received service from the routine pregnancy follow-up outpatient clinic of a state hospital. A form including demographic, obstetric, and other descriptive characteristics of the cases, a visual pain zone diagram to determine the pain area, and the Roland–Morris Disability Questionnaire (RMDQ) to determine the disability level were used as data collection tools. Descriptive statistical methods and non-parametric tests were used in the analysis of the data. Results: It was determined that 86.35% (n=329) of the participants had lumbopelvic pain and were mildly disabled according to the RMDQ total score (12.0 ± 7.3). In the analysis performed according to subgroups, the mean RMDQ scores of pregnant women with pelvic girdle pain were found to be statistically significantly higher than those with low back pain (P < .05). Other variables associated with high disability scores were education level, parity, occupation, gestational week (trimester), presence of lumbopelvic pain in the previous pregnancy, work stress, and negative sexual life history (P < .05). Conclusion: Lumbopelvic pain is a condition that is common in pregnancy, can cause differ ent levels of disability depending on some factors, and should not be ignored by antenatal care providers.
Apolipoprotein E (APOE) is one of the main proteins responsible for cholesterol transport. It has three major isoforms, APOE2, APOE3, and APOE4. The purpose of this study is to investigate the possible effects of single nucleotide variations (SNVs) in the APOE gene, which cause amino acid substitution, on the function, structure and stabilization of the APOE protein using bioinformatics/s tools. SNVs and protein sequence information were obtained from NCBI and UniProt databases. Bioinformatical analysis was performed using a series of tools such as SIFT, PolyPhen-2, SNPs&GO, Mutation Assessor, PROVEAN, SNAP2, I-Mutant-3, MUPro, and Project HOPE. As a result, 321 missense SNVs were analyzed and rs7412 (R176C), rs769455 (R163C), rs11542029 (R50C), rs121918393 (R154S), rs121918394 (K164Q), rs200703101 (R154P), rs387906567 (R160C), rs11542040 (P102T), rs11542041 (R132S) and rs41382345 (E139V) were predicted to be deleterious/disease related after functional analysis and pathological effect analysis via all of the bioinformatics/s tools. According to the protein stabilization results, it was determined that all SNVs decreased protein stabilization with the MUPro software tool, and two SNVs (rs121918394, rs41382345) increased protein stabilization with the I-Mutant-3 software tool. The models of protein and amino acid properties were obtained via Project HOPE for all high-risk SNVs. We hope our analysis will be valuable for further proteomic, genomic, and clinical research.
This research aims to determine the impact of "stay-at-home" practices on violence against women during the Covid-19 epidemic process, contribute scientifically to the regulation of practices based on existing policies, and develop recommendations for remedial and preventative policies. In the research designed as a scanning model, violence against women news was searched for retrospectively in all national and local newspapers and news sites published online before the pandemic (12.03.2019-12.03.2020) and during the pandemic (13.03.2020-13.03.2021) using keywords. In the study, the data were compiled from a total of 545 news articles, 247 of which were from before the pandemic and 298 during the pandemic period. The SPSS 25 statistical analysis program was used in the analysis of the data. In summary, it was determined that the number of cases during the epidemic was significantly higher than the number of cases before the pandemic (p <0.05), and the number of cases of violence (83.4%) before the pandemic decreased (65.1%) during the pandemic period. It was determined that violence, which is a crime of intentional injury, increased by 34.9% during the pandemic period compared to the pre-epidemic (16.6%) (p <0.05). It is thought that the research will shed light on the development of policies to prevent violence against women, early intervention, and recovery.
Numerous disabling motor and non-motor symptoms occur during Parkinson’s disease (PD), including speech disorders, often referred to as hypokinetic dysarthria. PD is the most common cause of this type of dysarthria. About 90% of PD patients experi- ence hypokinetic dysarthria, which is exacerbated as the disease progresses and makes it very difficult for other people to under- stand the person with PD. This disorder is characterized by a monotonous speech pattern, reduced and monotonous loudness, decreased stress, a breathy or hoarse voice quality, an increase in speech rate, rapid repetition of phonemes, and impreciseness in consonant production. However, patients may also have sensory symptoms including inaccurate perceptions of their own loud- ness and decreased awareness of speech problems. Hypokinetic dysarthria in PD may not only result from dopamine degeneration in the nigrostriatal pathway but also from disturbances in the motor and somatosensory systems. All speech components, such as phonation, articulation, respiration, resonance, and prosody should be assessed carefully in PD patients with hypokinetic dysar- thria. Taking medical history, an oral motor assessment, a perceptual evaluation of speech characteristics, intelligibility, efficiency, and participation in communication all need to be a part of the assessment. The tasks of maximum phonation time, diadochoki- netic rate, reading sentences, words, and passages, describing pictures, and spontaneous speech are used to assess the features of speech components and intelligibility. The evaluation should include physiological, acoustic, or imaging modalities as well. Speech therapy is typically the main treatment of speech problems in PD. The management of PD-related hypokinetic dysarthria basically focuses on speaker-oriented and communication-oriented strategies. In addition to these strategies, Augmentative Alternative Communication (AAC) should be considered in patients with severe dysarthria. Loudness, intelligibility, and sound perception may all significantly improve with the Lee Silverman Voice Therapy LOUD (LSVT LOUD) program which is an evidence-based program. The beneficial effect of pharmacological and surgical treatment approaches has not been proven in improving speech. Deep brain stimulation may carry the risk of the deterioration of speech as the illness progresses.
Cultivation of microorganisms in ideal laboratory conditions seperates them from their natural conditions and isolates them from their microbial world, especially from their competitors. With traditional pure culture-oriented cultuvation techniques, interactions mediated by small molecules are not taken into account, resulting in the precise nature of the interactions being largely unknown. Co-culture systems are systems in which two or more different cell populations are grown together. In this way, studies on natural interactions between populations can be made and synthetic interactions that are not observed in nature can be provided. With these systems, natural product discovery, microbial ecology, evolution and pathogenesis studies are carried out. In addition, co-culture systems are also used in industrial, environmental and medical studies. In this study, the wild strain of Schizosaccharomyces pombe and the DH5α strain of Escherichia coli were grown in their own specific media, then cultured for 48 hours and 72 hours by cultivating in media containing 0,1% glucose with different cell number, and finally the differentiation in the proteins released by the cells into the medium was observed in SDS polyacrylamide gels. Different from the control conditions, new protein bands that emerged under the co-culture conditions were detected and two of these bands were analyzed by mass spectrometry (MS). While 6 of differentaited proteins were released by S.pombe, 257 proteins matched with E.coli proteom. These proteins are; Various carbohydrate-binding proteins, membrane proteins involved in the identification of various signaling molecules and antibiotics, and other proteins involved in various cellular processes.

/ 36
3 / 36