716 sonuç

Tarama Sonuç Kümeleri
Tümünü Listeye Ekle
Schizophrenia is characterized by abnormal mental functions and disturbed behavior. The diagnosis of schizophrenia is based on criteria defined in either the American Psychiatric Association's Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, version DSM-IV (2) or the ICD-10. Targets of treatment include positive and negative symptoms, depression, suicidal ideation and behaviors, substance use disorders, medical comorbidities, posttraumatic stress disorder, and community adjustment problems. The first-generation antipsychotics were first introduced for the treatment of schizophrenia in the 1950s. The introduction of second-generation antipsychotics (SGAs) in the last three decades improved the desired effects of these medications with a reduction of their undesirable effects such as extrapyramidal adverse effects, mortality and metabolic disorder. Medication is generally helpful in treating positive symptoms, but up to a third of people derive little benefit, and negative symptoms are difficult to treat. It has been shown that lack of efficacy and tolerability, often associated with poor compliance, results in treatment discontinuation or treatment switch. Despite critical importance of medication for patients with schizophrenia, nonadherence to treatment is an important issue worldwide. The most prominent patient-related factors associated with nonadherence included lack of insight into the need for medication, denial of illness, embarrassment and unsuitable living conditions. Although antipsychotic medications are necessary, they are not sufficient for the treatment of schizophrenia. The cognitive therapy (cognitive behavioral therapy and cognitive remediation therapy), social skills, psychoeducation programs, family intervention, training programs, and case management or assertive community treatment are the major categories of psychosocial intervention which is an important part of the disease management. The major considerations in disease management treatment include the comprehensive and continuous treatment for prolonged periods, integrated, bio-psychosocial approach to care, active collaboration with the family while planning and delivering treatment and treatment sensitive to the patient's needs and empirically titrated to the patient's response and progress.
Objective: The recent emergence of Synthetic Cannabinoids (SCs) has become a serious public health problem. Here we aimed to analyze the frequency of SC use and its relationship with sociodemographic characteristics and treatment outcomes in alcohol- and substance-dependent inpatients retrospectively. Methods: We retrospectively analyzed medical records of 323 inpatients that were treated at the alcohol and substance dependence treatment center between January 2012 and December 2013. The data were extracted from patient records. Results: The mean age of SC users was lower than for patients without a history of SC use. The mean duration of education was shorter for SC users. Age at first drug use of SC users was lower, numbers of hospitalizations were lower and duration of substance use was shorter in SC users compared with the other substance user groups. The rate of legal issues was higher in the SC-use group. The rate of lapse and the rate of dropout was higher in patients with SC use than in other substance users (for all p< 0.05). Age, age at first substance use, duration of use (years) and criminal records were predicted as determining variables for SC use in inpatients. Conclusions: In conclusion, the socio-demographic characteristics can be included as predictive factors for SC use
-
Urinary side effects of atomoxetine are extremely rare, especially in children. We report the presentation of acute urinary retention in an 8-year-old boy with attention deficit hyperactivity disorder (ADHD). To the best of our knowledge, this is the first case of a school-aged child experiencing urinary retention due to an increased dose of atomoxetine. We propose that noradrenergic systems in the urinary tract, possibly precipitated by a higher than usual initial dose of atomoxetine, may have been over-activated. Moreover, it may be suggested that urethral smooth muscles become more sensitive to alpha-adrenergic receptor stimulation before puberty
Bağırsak mikrobiyotası beyin ve bağırsak arasında karşılıklı bir ilişki oluşturarak insan sağlığı üzerinde temel ve önemli bir rol oynar. Obesite, diyabet gibi metabolik hastalıklar ve şizofreni, otizm, anksiyete, depresyon gibi neuropsikiyatrik bozukluklarla bağırsak mikrobiyotası arasında bağlantı olduğuna ilişkin güçlü kanıtlar vardır. Yeni araştırmalar gastrointestinal sistemde yaşayan dost, zararlı ve probiyotik mikroorganizmaların bağışıklık sistemini, nöral yolakları ve peşi sıra merkezi sinir sistemini uyardığını ortaya koymaktadır. Bu mikroorganizmalar bağırsak beyin ekseninde rol oynayan gama-aminobutirik asit ve serotonin gibi nöroaktif maddeleri üretmektedir. Preklinik hayvan deneyleri bazı probiyotik bakterilerin anksiyolitik ve antidepresan etkiye sahip olduğunu göstermektedir. Bu makalede bağırsak mikrobiyotasının beyin, davranış ve psikiyatrik bozukluklar üzerine etkisi gözden geçirilmiştir.
Olfaktör referans sendromu, kişinin vücudundan kötü koku yaydığı ısrarlı ve yanlış inancı ile seyreden bir bozukluktur. Sınıflandırma sistemlerinde sanrısal bozukluk başlığı altında yer almaktadır. Bu bozuklukta görülen düşünce bozukluğunun obsesyonel mi yoksa sanrısal mı olduğu konusunda tartışmalar sürmektedir. Etiyopatogenezi henüz aydınlatabilmiş değildir. Tedavisinde antidepresanlardan, antipsikotiklerden ve psikoterapiden faydalanılabilmektedir. Bu yazıda olfaktör referans sendromunun klinik özelliklerinin, nörobiyolojisinin, ayırıcı tanısının, sınıflandırılması ile ilgili sorunların ve tedavi yaklaşımlarının gözden geçirilmesi amaçlanmıştır.
Travma sonrası stres bozukluğu ruhsal hastalıklar içinde geniş bir kategoridir. DSM-III'e dahil olduğundan beri travma sonrası stres bozukluğu, tanı ölçütleri açısından değişikliğe uğramıştır. Tanı ölçütlerini tam karşılamayan bazı travma sonrası stres bozukluğu belirtileri olan kişilerde tanının var olup olmadığı hala tartışmalıdır. Eşik altı travma sonrası stres bozukluğu ilk tanımlandığından beri tartışmalı olmasına rağmen eşik altı travma sonrası stres bozukluğu belirtilerinin varlığı ile intihar düşüncesinin önemli ölçüde arttığı bulunmuştur. Bu gözden geçirmede psikiyatri tarihinde, travma ile ilişkili hastalıkların tanımlanması ve intihar düşüncesi, komorbidite ve işlevsellikteki bozulma ile ilişkisi belirtilen eşik altı travma sonrası stres bozukluğu belirtilerinin tanımlanmasına olan ihtiyaç vurgulanmış ve eşik altı travma sonrası stres bozukluğu ile tam travma sonrası stres bozukluğu arasındaki klinik farklılıklar ele alınmıştır.
Yüz tanıma, sosyal ilişki ve benlik gelişimi arasında bir bağlantı vardır. İnsanın yüz tanımayı dil işlevinde olduğu gibi önemli ve karmaşık bir dizge üzerinden gerçekleştirmesinin bir nedeni olmalıdır. İnsanların birbirilerini yüzlerinden tanımaları, dostu düşmanı yüz üzerinden ayırmaları, bütün dostluklarını yüz üzerinden kurmaları onun dış dünyada insan için ne kadar temel bir rol oynadığını ortaya koyar. Ortak benliğin iç dünyada kurduğu bütünlüğün benzeri dış dünyada yüz üzerinden kurulmaktadır. Prosopagnozi gibi nörolojik bozukluklardan yola çıkarak benliğin beyindeki merkezine ilişkin araştırmalar ve yorumlar yapılmaktadır. Özellikle uyarılmış potansiyellerle yapılmış çalışmalar bu konuda önemli bir altyapı sağlayacak gibi durmaktadır. Bu yazıda yüz tanıma ile benlik gelişimi arasındaki ilişkiye nöropsikolojik açıdan değinmek amaçlanmıştır.
Psikotrop ilaçların bir kısmının gebelikte kullanımının teratojenik olduğu bilinmesine rağmen, gebelikte depresyon tedavisinde tamamen güvenli olduğu kanıtlanmış bir tedavi yöntemi bulunmamaktadır. Gebelikte yeterince tedavi edilmeyen duygudurum bozuklukları hem anne hem de yenidoğan için önemli riskler oluşturmaktadır. Bu yazıda gebelikte depresyon tedavisinde kullanılabilecek somatik tedaviler incelenmiştir. Elektrokonvülsif tedavi, parlak ışık tedavisi, transkranial manyetik stimülasyon ve vagal sinir stimülasyonu, potansiyel riskleri azaltmak için gerekli önlemler alındığında gebelik sırasında nispeten güvenli ve etkili tedavilerdir. Gebelikte depresyon tedavisinde somatik tedaviler uygulanacağında mutlaka hastanın anlayacağı biçimde detaylı bilgi verilmeli, bilgilendirilmiş onamı alınmalıdır.
Amaç: Lise dönemindeki ergenlerde çeşitli sosyodemografik veriler ışığında, anne baba tutumları ile depresyon, sigara-alkol-madde kullanımı, intihar ve kendine zarar verici davranışlar arasındaki ilişkiyi incelemektir Yöntem: Çalışmaya Milli Eğitim Bakanlığı'ndan izin alınarak Şişli ilçesinde yer alan Devlet Lisesi ve Meslek Lisesi lise 2. sınıf ve 3. sınıf öğrencilerinden toplam 391 öğrenci dahil edildi. Çalışmada Sosyodemografik Soru formu, Anne-Babaya Bağlanma Ölçeği (ABBÖ), Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) kullanıldı.Bulgular:Çalışmayakatılanöğrencilerinden%25,6'sında(n=100)depresyon ortalama puanı istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulunmuş olup cinsiyetler açısından, kız öğrencilerde depresyonun varlığına işaret eden BDÖ puan ortalamaları erkeklerden anlamlı bir şekilde yüksek bulunmuştur (p=0,001). Depresyonu olan ergenlerde anne aşırı koruma puanı depresyonu olmayan ergenlerden anlamlı olarak daha yüksek bulunmuştur (p=0,02). Ayrıca depresyonu olan ergenlerin hem anne hem de babalarının ilgi/kontrol puanları ise depresyonu olmayanlara istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük bulunmuştur (p=0,02 ve p=0,03). Sigara, alkol, madde kullanımı oranları erkeklerde, intihar girişimi ve kendine zarar verici eylemler ise kız öğrencilerde istatistiksel olarak anlamlı derecede daha fazla bulunmuştur (p<0,05).Sonuç: Depresyon gelişimi bağımsızlığı, özerkliği desteklemeyen ebeveyn tutumunun ile ilişkili bulunmuştur. Yeterli ilgiyi gösteren, sıcak, anlayışlı, kabuledici,güvenlibağlanmayaolanakverenebeveyntutumuisedepresyondan koruyucu bulunmuştur. Ergenleri daha iyi anlamak ve bu dönemde ortaya çıkacak sorunların çözümü için ebeveyn tutumlarının göz önünde bulundurulması büyük önem taşımaktadır.
Amaç: Bu çalışmada amacımız, ilk dönem mani ve ardışık iyilik döneminde elektroensefalografi (EEG) spektral güç yoğunluklarını (PSD) araştırmak ve birbirinden farklılaşıp farklılaşmadığını değerlendirmektir. Yöntem: Bu çalışmada, son bir yıl içerisinde hastanemize başvurmuş, Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel Elkitabı-IV'e (DSM-IV) göre iki uçlu bozukluk, manik dönem tanılı, ilk dönem 69 olgu ardışık olarak değerlendirilmiştir. Dışlama ölçütleri, önceki depresif epizotu olmak, çekim öncesi EEG'yi etkileyebilecek ilaç kullanmış olmak, özellikle epilepsi olmak üzere önceki nörolojik hastalık, kafa travması ve/ya da bilinç kaybıdır. EEG çekimleri, digital EEG cihazı ile 16 kanal olarak yapılmıştır. Yirmi üç adet yüzey elektrodu uluslararası 10-20 sistemine göre yerleştirilmiştir. Bu çalışmada, EEG işaretinin spektral güç yoğunluğu (dbuV/Hz), EEG dalgalarının tanımlanan frekans aralığında birim frekans başına taşıdığı güç hakkında bilgi vermektedir.Bulgular: Sağ FP2P4 ve sol F7T3 elektrotlarında saptanan tepe güç de- ğeri manik dönemde, iyilik döneminde olduğundan yüksek bulunmuştur (p=0,018 ve 0,025). İyilik döneminde, manik dönemde iken psikotik bulgusu olan olgularda, F4C4 tepe güç değeri, manik dönemde iken psikotik bulgusu olmayan olgulardan düşük bulunmuştur (p=0,027). YMRS puanları ile tepe güç değerleri arasında bir bağıntı yoktur. Sonuç: Duygudurum döneminin elektrofizyolojik izdüşümü, hastalığın başlangıcından itibaren mevcuttur ve mani ve iyilik dönemleri arasında birbirinden farklıdır. İyilik döneminde SPD'nin tepe güç değerleri, manik dönemde iken psikotik bulgusu olan olguları, psikotik bulgusu olmayan olgulardan ayırdetmektedir.
Literatürde seçici serotonin gerialım inhibitörleri ve diğer antidepresanla- rın kullanımı ile gelişen galaktore bildirimlerinin sayısı kısıtlıdır. Bu olgu su- numunda, sertralin kullanımı ile galaktore gelişen, uyum bozukluğu tanısına sahip bir kadın hasta bildirilmiştir
Dış ve iç genital organlarının gelişiminin anormal olması ve bunun cinsiyet tayininde sorun yaratmasına neden olan durumlardan biri de erkek pseudohermafrodit tip cinsiyet gelişim bozukluğudur. Bu olgu sunumunda; bipolar affektif bozukluk tanısıyla takip edilen, erişkinlik döneminde erkek pseudohermafrotidizm tanısı konulan bir olgu üzerinden; psikotik belirti lerle giden bozukluklarda, farklı kültürel yaşantı, koşullar, deneyim, özdeşim ve kabullenmelerin hezeyan içeriklerini nasıl etkileyebileceğini tartışmayı amaçladık.
Sokratik yöntem, antik dönem Yunan filozofu Sokrates'in felsefi düşünüşü ve bilgiyi soru sorarak öğretme yöntemidir. Sokrates'in öğrencilerine bilgileri sorular sorarak öğretmesi Sokratik dialog adıyla bilinir. Bu anlamda sokratik sorgulamayla aslında karşısındakine yeni bir şey öğretilmemekte sadece bilinen anımsatılmakta ve tekrar bulunmaktadır. Bilişsel davranışçı terapi sürecinde kullanılan Sokratik süreç ve bunun terapideki uygulama biçimi ise yönlendirilmiş keşif (Guided Discovery) olarak adlandırılır. Yönlendirilmiş keşif için pek çok farklı teknik kullanılabilir ancak Sokratik sorgulama en sık kullanılan ve en etkin tekniklerden bir tanesidir. Bu yöntemle bir seri soru ile aslında danışanın bilebileceği ancak farkında olmadığı bilginin farkına varmasını amaçlanır. Sokratik sorgulama danışanın iyi dinlenmesinden ve yansıtmadan faydalanılarak sorun tanımlanması, inceleme, değerlendirme yaparak alternatifler bulma, açığa çıkan yeni bilgilerin kullanılarak yeniden tanımlama yapmak ve son olarak da eski çarpık inancın sorgulanması ve yeni bilgi ışığında bir sonuca varma ve uygulama aşamalarından oluşur. Bu aşamalar esnasında kullanılan soru tipleri bilgi edinmeye dönük sorular, çeviri soruları, yorum soruları, geçmişteki benzer durumlara ilişkin uygulama soruları, analiz soruları ve analitik sentez sorularıdır. Bu yazıda Sokratik Sorgulama-Yönlendirilmiş Keşfin bu aşamaları örnek görüşmeler üzerinden gözden geçirilecektir.
-
Hallervorden Spatz Sendromu, nadir görülen, ailesel, ilerleyici ve genellikle ölümcül seyredebilen bir hastalıktır. Extrapiramidal rijidite, dizartri ve demans bulguları ile karakterize, globus pallidus ve substantia nigrada patolojik demir birikimi ile giden bir seyri vardır. Genellikle tanı MRI incelemede bilateral globus pallidusta lokalize olan hiperintens alanların çevrelediği hipointens alanların görülmesi ile konur. Bu görünüme kaplan gözü denilmektedir ve hastalığa spesifiktir. Bu sendromda kognitif yıkımdan kişilik değişikliklerine, dürtüsellik ve şiddet davranışından depresyon ve emosyonel değişikliklere kadar çeşitli psikiyatrik belirtiler görülebilmektedir. Bu sunumda psikiyatrik belirtilerle giden iki Hallervorden Spatz Sendromu olgusunun tartışılması hedeflenmiştir
Amaç: Epidemiyolojik çalışmalar madde kullanım bozukluğu olan erişkinlerde diğer bir Eksen I ve Eksen II tanısının sıklıkla eştanı olarak bulunduğunu göstermektedir. Bu çalışma yatan madde kullanım bozukluğu hastalarında Eksen I ve Eksen II eştanılarının sosyodemografik değişkenler ile relaps arasındaki ilişkisini araştırmayı amaçlamaktadır.Yöntem: Bu geriye dönük çalışmaya bir bağımlılık kliniğinde Ocak 2012-Aralık 2013 tarihleri arasında ardışık olarak yatarak tedavi gören 403 hasta içerisinden 323'ünün tıbbi kayıtları ve sosyodemografik verileri alınmıştır. Hastalar iki ayrı psikiyatrist tarafından değerlendirilerek DSM IV-TR'ye göre alkol ve madde kötüye kullanımı/bağımlılığı tanıları almışlar ve yine eştanılar da iki ayrı psikiyatri uzmanınca DSM-IV TR'ye göre konmuştur.Bulgular: Madde kullanım bozukluğu olan 323 hastanın 240'ında (%74.3) diğer bir Eksen I, 238'inde bir Eksen II (%73.7) tanısı bulunmakta idi. Eksen I ya da Eksen II eş tanısı olan ve olmayan hastalar arasında yaş, eğitim durumu, medeni durum, çalışma durumu, madde kullanım süresi, 6 aylık relaps ve tedaviden kopma oranları arasında fark yoktu. Eksen I ya da Eksen II eş tanısı yatış sayısını artırmakta idi, Eksen I eş tanısı yatış süresini uzatırken Eksen II eş tanısı tersine etki etti. Ayrıca Eksen II eştanısı olan hastalarda yasal sorun yaşama ve tedavi sonrası yeniden madde kullanımına kadar geçen sürede kısalma eştanısı olmayanlara göre daha sıktı.Sonuç: Madde kullanım bozukluklarında diğer bir Eksen I ve Eksen II eş tanısı oldukça sıktır. İkili tanısı olan hastaların yalnızca madde kullanım bozuklukları olanlara göre sağlık hizmetlerini daha sık kullandıkları ve daha fazla yasal sorun yaşadıkları söylenebilir. İkili tanısı olan hastaların kapsamlı bakım ve tedaviye ihtiyaçları vardır
Ç alışmamızda 17si kız, 7 si erkek 24 genç bas- ketbol oyuncusunda alfa- aktinin-3 (ACTN3)R577X ve anjiyotensin dönüştürücü enzim (ACE)I/D polimorfizmlerinin dağılımlarının belirlemeyiamaçladık. Çalışmamıza gönüllü katılan oyuncular- dan DNA eldesi, ağız içi epitel hücrelerinden ticarikit kullanılarak gerçekleştirilmiştir. ACNT3 genotip- lemesi için polimeraz zincir reaksiyonu- restriksi- yon enzimi kesimi (PCR- RFLP) metodu, ACE içinsePCR metodu kullanılmıştır. ACTN3 genotipi için 16oyuncu RR, 6 sı RX ve 2 oyuncu da XX olarak bu- lunmuştur. Cinsiyetlerine göre ayırdığımızda 17 kızoyuncunun 11i RR, 4ü RX ve 2si XX, erkeklerde ise 5 ve 2 oyuncu sırasıyla RR ve RX genotiplerindebulunmuştur. ACE için, 11 oyuncu DD, 12 oyuncu ID vesadece 1 oyuncu II genotipindedir. Cinsiyetlerine göreincelediğimizde kızlarda 7 oyuncu DD, 10 oyuncu IDgenotipinde, erkelerde ise 4 oyuncu DD, 2 oyuncu IDve yalnız 1 oyuncu II genotipindedir. ACTN3 R allelikızlarda 26, erkeklerde 12, X alleli ise kızlarda 8, er- keklerde 2 olarak bulunmuştur. ACE genotipi için Dalleli kızlarda 24, erkeklerde 10, I alleli ise kızlarda10 ve erkeklerde 4 olarak saptanmıştır. Bu çalışma- mızda ACTN3 DD genotipinin ve R alleinin, ACE poli- morfizminde ise ID genotipinin ve D alleinin çalışmagrubunda daha baskın olduğu görülmüştür. Bu oyuncugrubunda ilk kez gerçekleştirilen bu pilot çalışma ilebundan sonra daha yüksek veri kaynaklı çalışmalaraışık tutacağı inancındayız.
-
Glutamat N-metil-D-aspartat reseptör antagonisti olanketamin antidepresan etkinlik gösterebilmektedir.Tedaviye dirençli depresyon olgularında yürütülmüş olanaraştırmalarda ketamin infüzyonu hızlı başlangıçlı ve birkaçgün süren bir antidepresan etkinlik göstermiştir. Bu olgusunumunda intravenöz ketamin uygulaması sonrası tekuçlu depresif dönemde belirtilerde ve intihar düşüncesindehızlı yatışma izlenmiştir. Mevcut antidepresanların etkibaşlangıcı için uzun süre gerektirmesi nedeniyle akut veşiddetli intihar düşüncesinin klinik tedavisinde yakın izlemveya hastaneye yatırma dışında çok az seçenek vardır.Ketaminin hızlı etkinliği intihar riski yüksek hastaların elealınmasında bir avantaj sağlayabilir. Ketaminin optimaldoz ve uygulama yollarının belirlenmesi için çalışmalargerekli olmakla birlikte, NMDA üzerine etkili ajanlar dirençli depresyon tedavisi ve intihar riskinin azaltılması için birseçenek olarak daha fazla araştırmayı hak etmektedir.

/ 36
34 / 36