3.056 sonuç

Tarama Sonuç Kümeleri
Tümünü Listeye Ekle
Bir infravezikal obstrüksiyon nedeni olan benin (selim) prostat hiperplazisinde en önemli ve en spesifik obstrüktif semptomlardan biri olan hesitensi, işemeye başlamada tereddüt etme veya duraksama şeklinde tanımlanır. Ancak sayısal bir değer taşımadığından, hastanın ne derecede obstrükte olduğunu niceliksel olarak yansıtmaz. Bu çalışmada hesitensi kavramına bir skorlama getirilerek kantitatif bir tanı aracı olup olamayacağı araştırıldı. Yaşları 24-72 arasında olan 55 prostatizm semptomlu hasta, uluslararası prostat semptom skoru (IPSS), Uroflovmetri bulguları ve rezidüel idrar miktarı bakımından değerlendirildi. İşitme problemi olan, üriner enfeksiyonu olan ve iletişim kurulmasında güçlük çekilen hastalar çalışmaya alınmadı. Uroflovmetri, Laborie marka ürodinami aygıtıyla, rezidüel idrar ölçümü 10 F Nelaton sonda kullanılarak yapıldı. Hesitensi skoru "işe" emrinden sonra akımın başlamasına kadar geçen süre olarak hesaplandı. Bulunan değerler ile IPSS, üroflovmetrik ölçüler ve rezidfi idrar arasında bağıntı olup olmadığı Spearman korelasyon analizi ile değerlendirildi. Bulunan hesitensi değerleriyle, IPSS arasında anlamlı (p<0.05), maksimum akım hızı ve ortalama akım hızı arasında ileri derece anlamlı (p<0.001) ilintiler saptandı. Rezidü idrar miktarı ile korelasyon görülmedi (p>0.05). Hastalar hesitensi değerleri bakımından 2-4 arası (15 hasta), 5-10 arası (25 hasta) ve 10 ve daha yukarı olanlar (15 hasta) olarak gruplandırıldığında, tedavi açısından IPSS ve maksimum akım hızlarına göre olan medikal ya da cerrahi yaklaşım seçeneklerine paralel seçenekler ortaya çıkmıştır. Hesitensi değeri 4 ve daha az olan hastalara obstrüksiyon açısından tedavi gerekmemiştir. Skoru 10 ve daha fazla olan hastalardan 9'u opere edilmiş, 6 hasta ise medikal tedaviye alınmıştır. Ülkemizde ve özellikle bölgemizde IPSS'na yanıtların çok güvenilir olmadığını düşünerek, IPSS ve maksimum akım hızı gibi infravezikal obstrüksiyonu belirlemede ve tedavi seçiminde hesitensi değerlerinin 3 gruba ayrılarak (2-4, 5-10, >10) kullanılabileceği kanısındayız.
Amaç: Bu çalışmanın amacı, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde yeni kurulan bir kalp merkezinin gerçekleştirdiği kardiyovasküler girişimlerin sonuçlarını irdelemektir. Materyal ve Metod: 1 Kasım 1999 tarihinde faaliyete geçen bu merkezde toplam 207 hastaya kardiyovasküler cerrahi girişimde bulunulmuştur. 88 hastaya CABG, akut tip II aort disseksiyonlu bir hasta da dahil olmak üzere 76 hastaya açık veya kapalı kalp kapağı girişimi uygulanırken 29 hastada doğumsal kalp anomalisi onarımı yapıldı. Bir hasta sol ventrikül apikal yerleşimli kist hidatik nedeniyle ameliyat edildi. Hastaların yaşları 2 ile 71 yıl arasında değişmekteydi. Stuck kapak nedeniyle bir hasta, acil revaskülarizasyon amacıyla da 1 hasta ekstrakardiyak masajla ameliyata alındı. 2 hastaya redo-MVR uygulandı. Toplam minör damar girişimleri ise 156 adetti. Bulgular: Hastane mortalitesi toplam 6 hastada görüldü. Ölüm nedenleri stent sonrası acil olarak ameliyata alınan 1 koroner arter hastası da dahil olmak üzere toplam 2 hastada perop MI ve LCO, uzun segment endarterektomi yapılan 1 hastada postoperatif 7. gün gelişen ventriküler fibrillasyon, LVD ve KOAH'lı bir hastada gelişen ARDS, stuck kapak hastasında gelişmiş nörolojik hadise ve ileri pulmoner hipertansiyonlu ikinci bir kapak hastasında gelişen multi-sistem organ yetmezliği ve sepsis idi. Geç mortalite 4 hastada görüldü. Geç mortalite nedenleri aritmi, tromboembolizm ve septisemi idi. 2 hastanın kanama nedeniyle revizyona alınması ve bir kapak hastasında düzelen hemiparezi postoperatif görülen komplikasyonlardı. IABP kullanımı 4 hastada gerekti. Kalıcı pil gereksinimi olmadı. Sonuç: Yıllardır bölgede faaliyete geçirilememiş boş bir hastanenin, T.C. Sağlık Bakanlığı'nın katkıları ile tamamlanarak aktif olarak çalıştırılması gerçekleştirilerek bölge halkının hizmetine sokulmuştur. Gelişmiş ana bir merkezin eleman, medikal alt yapı paylaşımı ve her türlü bilimsel desteği ile uzak bir merkezin oluşturulması ve başarıya ulaştırılması, ülkemizin kalp merkezi açığı bulunan her köşesinde yeni merkezlerin kurulmasına güzel bir örnek teşkil edecektir. Bu pilot uygulama yöntemi ile ülkemizin her köşesine yeni merkezlerin ulaştırılması mümkün olabilecektir.
Plörodezi amacıyla günümüzde birçok ajan kullanılmasına rağmen, ideal ajanı bulma konusunda çalışmalar hâlâ sürmektedir. Bu deneysel çalışma ile cerrahide lokal hemostatik olarak kullanılabilen kolajenin plevral yapışıklık oluşturma etkisini araştırmayı ve diğer bir ajan olan talk ile karşılaştırmayı amaçladık. Bir grup sıçanda (n=10) l cc kolajen (80 mg/cc), ikinci bir grup sıçanda (n=10) l cc (200 mg/kg) talk, toplam 20 sıçan üzerinde hafif eter anestezisi ve torasentez yolu ile sol plevra içine uygulandı. Sıçanların sağ plevral boşlukları kontrol grubunu oluşturdu. Denekler ortalama 32 gün sonra sakrifiye edildi. Her iki hemitoraks açılıp oluşan plevra yapışıklıkları makroskopik olarak derecelendirildi. Skorlama şu şekilde tanımlandı; 0: Yapışıklık yok. 1: Birkaç alanda yapışıklık mevcut (3 veya daha az). 2: Birçok alanda yapışıklık mevcut (3'den fazla). Her iki akciğer ve plevra dokularından histopatolojik inceleme için örnekler alındı. Her iki grupta da deneklerin çoğunda plevral yapışıklığın oluştuğu gözlendi (p<0.05). Plevral yapraklar arasında makroskopik adezyonlar ve mikroskopik fibrozis oranının her iki grupta da benzer özellikler taşıdığı görüldü (p>0.05). Kolajenin plörodezi oluşturmada yararlı bir ajan olabileceği sonucuna varıldı.
Amaç: Mide kanserinin cerrahi tedavisinde, mide rezeksiyonu ile birlikte yapılan splenektominin olguların sağ kalım süresine etkisinin araştırılması. Durum Değerlendirmesi: Mide kanseri cerrahisinde, rezeksiyonun genişliği, genişletilmiş lenf nodu disseksiyonu, splenektomi ve bu işlemlerin yaşam süresine katkısı literatürde tartışma konusudur. Yöntem: 1994-1997 yılları arasında kliniğimizde mide kanseri tanısı ile mide rezeksiyonu yapılmış olan 51 olgu retrospektif olarak değerlendirildi. Karşılaştırılan parametrelerin istatistiksel analizi ki-kare ve t-testleri ile yapıldı. İstatistiki anlamlılık düzeyi P<0.05 olarak belirlendi. Çıkarımlar: Yirmi olguya splenektomi yapılmış, 31 olguya splenektomi yapılmamıştır. Gruplar tümör lokalizasyonu ve histolojik evreleri açısından benzer özellikler taşımaktadır. İki grup arasında; ameliyat sonrası mortalite ve sağ kalım süreleri yönünden anlamlı farklılık görülmemektedir. Sonuç: Mide kanseri nedeni ile mide rezeksiyonu yapılan olgularımızda, splenektomi eklenen grupta, splenektominin sağ kalım süresi üzerine anlamlı bir etkisinin olmadığı görüldü.
Rothmund-Thomson Sendromu (RTS), gelişim bozuklukları ile birlikte olabilen ve seyrek görülen otozomal resesif geçişli kalıtsal bir sendromdur. Etyolojisinde DNA tamir bo-zukluğu olduğu öne sürülen hastalıkta intestinal anomalilere çok nadir rastlanmaktadır. Özofagus stenozuna bağlı yutma güçlüğü nedeniyle başvuran ve dilatasyon sonrası yakınmaları tamamen düzelen RTS olgusu literatür bilgileri ışığında tartışıldı
Bu çalışmada Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilimdalı Pediatrik Nefroloji ünitesinde Ocak 1986 ile Aralık 1998 yıllan arasında geçen 12 yıllık süre içinde izlenen 0-17 yaş grubunda nefrotik sendrom (NS) tanısı alan 230 hasta retrospektif olarak incelendi. Çalışmaya dahil edilen NS'lu hastalarda Uluslararası Çocuk Böbrek Hastalıkları Çalışma Grubunca (ISKDC) kabul edilen tanı kriterleri kullanıldı. Etiyolojik nedenlere göre primer (idiyopatik) ve sekonder NS olarak sınıflandırılan olguların klinik ve laboratuvar bulguları incelendi. Olguların %77.8'i primer, %17.4'ü sekonder NS olarak belirlendi, %4.8 olguda ayrım yapılamadı. Olguların %39.1'u kız, %60.9'i erkekti ve kız/erkek oranı 1/1.6 olarak saptandı. Minimal lezyonlu NS (MLNS) düşünülerek kortikosteroid tedavisi verilen hastaların (n: 127) %77.8'i sterolde yanıt verdi. Sterolde yanıt veren hastaların %51'inde relaps gözlendi ve relaps olgularının %29.4'u nadir relaps, %10.7'si sık relaps şeklindeydi. Hastaların %3.9'u ise sterolde bağımlı olarak saptandı. Amiloidozis 27 hastada saptandı ve sekonder NS'un en sık nedeni idi. Gelişen komplikasyonlar içinde en sık enfeksiyonlar görüldü. Toplam 230 NS'lu hastanın %57.4'ü remisyona girdi, %5.6'ı eksitus oldu ve %10.4'ünde kronik böbrek yetmezliği (KEY) gelişti. Yaş, cins, etiyolojik dağılım, tedaviye yanıt ve prognoz yönünden incelenen nefrotik sendrom tanısı almış 230 olgunun bulguları ülkemiz verilen ve literatür bulgularıyla karşılaştırıldı.
Otuz altı yaşında erkek hasta son iki aydan beri devam eden ateş, halsizlik, kilo kaybı ve giderek artan sarılık nedeni ile kliniğimize yatırıldı. Fizik muayenede subfebril ateş, ikter, hepatosplenomegali, yaygın asit tesbit edildi. Laboratuar incelemelerinde; pansitopeni, hipoproteinemi ile birlikte transaminazlar, serum bilirubini, alkalen fosfataz, glutamik transpeptidaz, laktik dehidrogenaz, kolesterol, trigliserid, protrombin zamanı, C-reaktif protein ve ferritin değerleri yüksek saptandı. Kemik iliği aspirasyon ve biyopsi incelemesinde çok sayıda eritrofagositoz gösteren makrofajlar, karaciğer biyopsisinde yaygın nekroz alanları görüldü. Histopatolojik bulgular ile hemofagositik sendrom tanısı konulan olgunun etiolojisi belirlenemedi. İmmunosupresiv ve pulse steroid tedavisi uygulanan hasta, tedaviye rağmen klinik tablosu hızla kötüleşerek yatışının 38.gününde exitus oldu. Hemofagositik sendrom fatal seyirli bir klinik durumdur. Etiolojisinde infeksiyöz bir proses saptanamamış ise, mutlaka altta yatan bir malign hastalıktan şüphe edilmelidir. Tedavisi tartışmalı olup, genellikle nedene yöneliktir.
Ancient schwannoma, nörilemoma'ların belirgin dejeneratif değişiklikler gösteren nadir bir çeşididir. Büyük kısmı retroperiton gibi derin lokalizasyonlarda yerleşirler ve genellikle uzun bir gelişme sürecine sahip büyük tümörlerdir. Dejeneratif değişiklikler, kist formasyonu, kalsifikasyon, kanama ve hyalinizasyonu kapsar. Bu değişiklikler klinik, radyolojik ve patolojik olarak yanılgılara yol açabilirler. Histolojik olarak mitozun yokluğuna rağmen, artmış sellülarite, nükleer pleomorfizm ve hiperkromaziden dolayı malign bir mezenkimal tümör ile karışabilir. Ayrıca kistik yapı baskın olduğu zaman basit bir kist ile de karışıklığa yol açabilir, iki hastada, birinin kolunda, diğerinin bacağında yerleşen iki kistik ancient schwannoma olgusu sunuyoruz.
Çalışmada ateş, deri döküntüsü ve eklem ağrıları gibi şikayetlerle başvuran ve romatoid faktörü (RF) negatif olan 0-12 yaş grubu çocuklarda Parvovirus B19 infeksiyonunun sıklığının araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya yukarıdaki şikayetlerle başvuran 100 hasta alınmış, bunlardan RF'ü pozitif olan 6'sı çalışma dışı bırakılmıştır. Çalışma kapsamındaki 94 hastanın serumlarında ELISA yöntemiyle parvovirus B19 IgM antikorları aranmıştır. Bulgular: Çalışma sonucunda 94 olgunun 14'ünde (% 14.9) parvovirus B19 IgM antikorları saptanmış olup bu olguların 1'inin (% 7.1) 0-1 yaş, 4' ünün (% 28.6) 2-5 yaş, 9'unun (% 64.3) ise 6-12 yaş grubunda olduğu gözlenmiştir. Sonuç: Özellikle çocukluk döneminde görülen ateşli, döküntülü ve eklem şikayetleriyle seyreden hastalıklarda parvovirus B19 enfeksiyonun da düşünülmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.
Radyal keratotomiden (RK) sonra künt travma sonucu kornea perforasyonu gelişen bir olgu sunulmuştur. RK'dan beş yıl sonra geçirdiği göz travması sonucu kliniğimize başvuran ve ameliyat edilen olgunun tüm muayene bulguları ve görüntüleri kaydedildi. Travmalı gözde korneada saat 9.00 hizasındaki RK insizyonunda açılma ve iris prolapsusu izleniyordu. İris normal pozisyonuna itilerek perforasyon yeri sütüre edildi. Postoperatif kontrollerde anterior sineşi ve pupillanın perforasyon yerine doğru çekik olduğu gözlendi. RK'dan yıllar sonra bile kornea insizyon hattı diğer bölgelere göre travmaya daha dayanıksız olarak kalmaktadır.
AMAÇ: Memenin intraduktal karsinomları morfolojik ve biyolojik davranış olarak heterojen bir grup lezyonu oluştururlar. Bu nedenle son yıllarda intraduktal karsinom sınıflandırılmasında klasik yapısal patern yanı sıra daha- objektif kriterlere dayanan yeni sınıflandırma sistemleri önerilmiştir. Bu çalışmada intraduktal + invaziv duktal karsinom komponenti içeren 52 olguda in-situ alanların sınıflandırılması ve eşlik eden invaziv komponentin grade'i arasındaki ilişki araştırılmıştır. YÖNTEM: Sınıflandırma yapısal patern, sitonükleer, Van Nuys, Holland, Nattingham ve nekroz yaygınlığı sistemleri esas alınarak, ayrı ayrı yapıldı. SONÇLAR: Yapısal patern kullanıldığında düşük grade özellikleri içeren intraduktal karsinomların grade 1 invaziv duktal karsinomlara, yüksek grade özellikleri içeren solid ve komedo tiplerin ise grade 3 invaziv duktal karsinomlara eşlik ettiği görülmüştür. Grade 2 invaziv duktal karsinomlara eşlik eden intraduktal karsinomlar heterojen dağılım göstermektedir. Sitonükleer özellikler (p < 0.001), Van Nuys (p < 0.01) ve Holland (p < 0.001) sistemleri kullanıldığında intraduktal komponent ve invaziv komponentin grade'i arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki görülmüştür. YORUM: Bu bulgular intraduktal karsinomun bazı morfolojik özelliklerinin İnvaziv komponentin davranışını belirleyebileceğini düşündürmektedir.
AMAÇ: Bu çalışma ile, patoloji kayıtlarına dayanarak yörenin kanser dağılımını ortaya çıkarmak amaçlandı. YÖNTEM : Eylül 1994-Haziran 2000 yılları arasında Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji AD na başvuran toplam 19130 hasta incelemeye alındı ve gerekli bilgiler arşiv kayıtlarından çıkarıldı. SONUÇLAR: 19130 hastanın %11'ine kanser tanısı konulmuştu. Kanser tanısı alan hastaların %61'i erkek, %39'u kadın ve erkek/kadın oranı 1.56 idi. Erkeklerde en sık mide (%18.6) ve deri %14.4), kadınlarda ise özofagus (%17.9) ve mide (%14.1) kanserlerinin gözlendiği dikkati çekti. YORUM: Her iki cinste ve özellikle kadınlarda yüksek oranda görülen mide ve özofagus kanserlerinin etyolojisinde rol oynayan predispozan faktörlerin araştırılması önem taşımaktadır.
Radyoterapide kritik organların korunması amacıyla radyasyon alanı içine konulan bloklar, korunmuş volümden radyasyon saçılmasını azaltarak, açık alanın doz dağılımlarının değişmesine neden olurlar. Düzensiz alanların derin doz yüzde değerlerinin bulunmasına ilişkin çeşitli metodlar geliştirilmiştir. Rutinde kullanılan bu metodların ölçümlerle geçerliliğinin incelenmesi gereklidir. Bu çalışmada çeşitli düzensiz alanların ölçülen derin doz yüzde değerleri, kare eşdeğeri (KE-negatif alan) ve [4x(A/P)] yöntemiyle bulunan alanların derin doz yüzde değerleri ile karşılaştırılmış, bloklu ve açık alan doz verimleri ölçülmüştür. Ayrıca üç derinlikte (0.5,5 ve 10 cm derinlikler için) açık ve bloklu alanların doz profilleri çizdirilmiş ve bloklamanın açık alan doz profiline olan etkisi incelenmiştir. Seçilen düzensiz alanlarda yapılan derin doz yüzde değerleri ile yoğun bloklamanın yapıldığı ve ikinci boost alanı olan nazofarenks (faz-III) alanında ise KE yöntemi, [4x(A/P)] ' ye göre daha iyi sonuç vermiştir (% 2.34 ve % 0.35). Ancak, her iki hesaplama yöntemi de blok kenarındaki noktalar hariç derin doz yüzde değerleri için uygundur. Her kliniğin kendi hesaplama yöntemini kendi koşullarında belirmesi uygun olacaktır. Seçilen bloklu alanlar ile açık alanların doz verimleri mukayese edildiğinde bloklamanın % 25'den az olduğu vakalarda açık alan (kolimatör) doz veriminin kullanılabileceği görülmüştür. Ancak, bloklamanın ve blokların merkeze yakın olduğu nazofarenks (III) alanında doz verimi, açık alan doz verimine göre % 2 - % 3 arasında farklıdır. Bu çalışmada kullanılan alanlarda blok altındaki dozlar, tüm alanlar için dmax'in % 10'u civarındadır.
Amaç: Bu çalışmada şizofren hasta ve ailelerinde, aile içi etkileşimde rol oynayan aile işlevselliği, ailesel ve sosyal destek ile algılanan duygu dışavurumu gibi etmenlerin arasındaki ilişkinin incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: DSM-IV şizofreni tanı ölçütlerini karşılayan 42 erkek hasta ve birinci derece yakınları (anne, baba, kardeş) çalışmaya alındı. Hasta yakınlarına hastaya ve hastalığına yönelik sorular içeren görüşme formu ile Aile Değerlendirme Ölçeği (ADÖ); hastalara Algılanan Aile Desteği Ölçeği (AADÖ), Çok Boyutlu Algılanan Sosyal Destek Ölçeği (ÇBSDÖ) ve Dışavurulan Duygulanım Düzeyi Ölçeği (DDÖ) uygulandı. Sonuçlar: Grubun ortalama hastalık süresi 36.09+42.26 ay, ranjı 6-156 ay idi. % 64.3'ü (n=27) birden fazla hastalanma ve hastane yatışı, % 81'i (n=34) birden fazla tedavi tekrarı öyküsüne sahipti. Hasta yakınlarının % 28.6'smı (n=12) anne, % 40.4'ünü (n=17) baba ve % 31'ini (n=13) kardeşler oluşturuyordu. Hasta yakınlarının % 42.9'u (n=18) relaps nedeni olarak ilaç bırakımım, % 33.3'ü (n=14) aile ve çevreyi sorumlu tutmuşlardır. ADÖ iletişim (İLT), roller (ROL), duygusal tepki verebilme (DTV), gereken ilgiyi gösterme (GİG) ve davranış kontrolü (DVK) alt ölçek puan ortalamaları 2.00 ve üzerinde bulunmuştur. AADÖ puanları ile DD aşırı müdahalecilik, aşırı tepkisellik, olumsuz tutumlar, hoşgörüsüzlük puanları; ÇBSDÖ aile, özel kişi ve toplam puanları ile DD olumsuz tutumlar puanlan arasında anlamlı düzeyde negatif ilişki saptanmıştır. ADÖ genel fonksiyonlar puanlan ile ÇBSDÖ özel kişi ve toplam puanları; duygusal tepki verebilme puanları ile DD aşırı tepkisellik ve olumsuz tutumlar puanları arasında ise anlamlı düzeyde pozitif ilişki bulunmuştur. Tartışma: Şizofren hasta ailelerinde aile içi etkileşimde duygusal tepki verebilme, gereken ilgiyi gösterme ve davranış kontrolünde problemler yaşandığı; dışavurulan duygulanımın, hastalarda algılanan aile ve sosyal desteği olumsuz yönde etkileyebileceği dikkati çekmektedir.
Amaç: Bir cGMP spesifik fosfodiesteraz tip 5 inhibitörü olan sidenafil sitrat, günümüzde erektil fonksiyon bozukluğunun oral tedavisinde kullanılmaktadır. Çalışmamızın amacı sildenafilin vasküler doku üzerindeki etkilerini araştırmak ve sodyum nitroprussid ve asetil kolin gibi bilinen vazodilatatör maddelerin etkisi ile karşılaştırmaktır. Yöntem: Sıçan torasik aortası halka şeklinde kesilerek 37 şC'ye ayarlanmış Krebs solüsyonu içindeki askıya asıldı. Bir poligrafa bağlı güç başlıklı transduserler yardımıyla izometrik cevaplar kaydedildi. Artan konsantrasyonlarda asetil kolin, sodyum nitroprussid ve sildenafil uygulanarak tedrici relaksasyonlar elde edildi. Bulgular: Sıçan aorta striplerinde ajanların hepsi ile doz bağımlı relaksasyonlar oluştu. Fenilefrinin oluşturduğu kontraksiyon üzerine sildenafil sitrat, asetil kolin ve sodyum nitroprusside ait gevşeme cevapları sıralandığında sodyum nitroprussid>sildanfil>asetil kolin şeklinde idi. Sonuç: Regülatör mekanizmalar olmadığında sildenafil sitratın in vitro belirgin vazodilatatör etkisi vardır.
Amaç: Çalışmamızda Van ve yöresindeki Yersinia enterocolitica enfeksiyon oranının dışkı kültürü ve serolojik olarak saptanması ve bruselloz ile çapraz reaksiyonların gösterilmesi amaçlanmıştır. Çalışmanın yapıldığı yer: Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi, Klinik Mikrobiyoloji ve Enfeksiyon Hastalıkları Anabilim Dalı, Van. Materyel ve Metod: Dışkı kültürü çalışması için, akut gastroenteritli hastalardan alınan 190 dışkı örneğinin SS, EMB ve CIN agar'a ekimleri yapılmıştır. Serolojik çalışma için, (1) diyareli 100 hasta, (2) artralji-artrit şikayeti olan 50, (3) brusellozlu 50, (4) üveit-konjonktivitli 40, (5) çeşitli tiroid hastalığı olan 52 hasta ve kontrol grubu olmak üzere 50 sağlıklı kişiden kan alınarak Yersinia aglütinasyonları çalışılmıştır.Bulgular: Akut gastroenteritli 190 hastanın dışkı kültüründe 2 hastada (%1.05) Y. enterocolitica izole edilmiştir. 292 kişilik hasta ve 50 kişilik kontrol grubu olmak üzere toplam 342 kişide yapılan serolojik çalışmada ise 1 hastada O:3 serotipine, 9 hastada O:9 serotipine karşı toplam 10 hastada 1/160 ve üzeri titrede pozitiflik (%2.92) elde edilmiştir.Sonuç: Bu olgularda serumun Brucella abortus suşu ile absorbsiyonu sonunda aglütinasyon titresi düşen 3 hastada çapraz reaksiyon görüldüğü ve 7 hastada Yersinia enfeksiyonu olduğu sonucuna varılmıştır.
Van Gölü'nde inci kef ali (Chalcarburnus tarichi, Pallas 1811) avcılığında kullanılan 20 mm göz genişliğinde (kol uzunluğu), 210d/2 numara ipten imal edilmiş ve donam faktörü 0.50 olan geleneksel fanyalı ağlar ile aynı göz genişliğine sahip 110d/3 numara ipten imal edilmiş ve donam faktörü 0.40 olan ve son yıllarda gölde kullanılmaya başlanan yeni tip fanyalı ağların av verimleri karşılaştırılmıştır. Geleneksel ağın birim av verimi 0.0233±0.0023 kg/m2/24h, yeni tip ağın birim av verimi ise 0.0479±0.0013 kg2/24h olduğu bulunmuştur. Geleneksel ağ ile yakalanan balıkların boy aralığı 16-22 cm arasında değişirken bu aralığın yeni tip ağda 14-23 cm arasında değiştiği tespit edilmiştir. Geleneksel ağ ile yeni tip ağın av verimleri ve yakaladıkları balıkların boy dağılımları arasındaki farklılık isîatistiki olarak önemli bulunmuş olup (p<0.05), bu farklılığın yeni tip ağın donam faktörünün daha düşük olması, daha ince ipten yapılması, buna bağlı olarak ağın su içindeki görülebilirliğinin azalması ve ağ gözlerinin esnekliğinin artması gibi yapısal özellikleri ile bütün bu özelliklerin birlikte ağın seçiciliğini etkilemesinden kaynaklandığı tahmin edilmiştir.
Bu çalışma, farklı yaş gruplarına ayrılmış dişi sığırlarda kan plazması aspartat aıninotransferaz, alanın aminotransferaz ve alkalin fosfalaz akliviteleri üç total protein, albumin, kalsiyum, inorganik fosfor, sodyum ve potasyum düzeylerinin saptanması ve bu parametreler üzerine yaş faktörünün etkilerinin araştırılması amacıyla yapıldı. Çalışmada 1-10 yaşları arasında, klinik olarak sağlıklı 95 baş Holştayn ve 82 baş Montafon olmak üzere toplam 177 baş dişi sığırdan kan örnekleri alındı. Sığırlar 1-2 (l grup), 3-4 (II. Grup), 5-6 (III. Grup), 7-8 (IV. Grup) ve 9-10 (V. Grup) yaşlarında olmak üzere toplam 5 gruba ayrıldı. Ortalama alkalin fosfataz aktiviteleri 1. grup ile diğer gruplar arasında (p<0.01), inorganik fosfor düzeyleri ise I. grup ile III, IV ve V. gruplar arasında (p<0.05) önemli farklar gösterdi. Buna karşın ölçülen diğer parametrelerde ise gruplar arasında istatistiki olarak önemli farklar bulunmadı. Ayrıca grupların kalsiyum/inorganik fosfor oranları yaşın ilerlemesine bağlı olarak yükseldi. Bununla birlikte alkalin fosfataz ve inorganik fosfor düzeyleri ile yaş arasında önemli (sırasıyla; p<0.001 ve p<0.01) negatif bir ilişki, total protein ile yaş arasında ise önemli (p<0.05) pozitif bir ilişki bulundu. Diğer parametreler ile yaş arasında ise istatistiki açıdan önemli bir ilişki saptanmadı.
Bu çalışmada, 11 'i leptospirozisli, 10'u leptospirozislen şüpheli, 10 tanesi ise sağlıklı olan 6-12 aylık sığırlar kullanıldı. Leptospirozisli hayvanların serum sialik asit ve lipid-bağlı sialik asit düzeylerinde leptospirozisten şüpheli ve kontrol hayvanlara kıyasla isîatistiki olarak önemli artışlar (p<0.001) saptandı. Bu artışların eritrosit membranlannda leptospiralar tarafından salgılanan toksinlere bağlı olarak oluşan dejenerasyonlardan kaynaklandığı düşünülmektedir. Hücre memhranının henüz etkilenmediği leptospirozisten şüpheli vakalarda ise sialik asit ve lipid-bağlı sialik asit düzeylerinde herhangi bir artış saptanmadı.
Bu çalışmada, ergin, her iki cinsiyetten 20 adet evcil kedi ile ergin, her iki cinsiyetten 20 adet Beyaz Yeni Zelanda tavşanı'nın III. beyin siniri, karşılaştırmalı makro-anatomik ve subgros olarak incelendi. Çalışma materyalleri usulüne göre hazırlanıp, %5'lik formol solüsyonunda muhafaza edildi. Çalışmaya konu olan beyin sinirleri, pens bisturi, büyüteç ve diseksiyon mikroskopu yardımı ile hem medial'den lateral'e hem de lateral'den medial'e doğru diseke edildi. Ggl. ciliare'nin, kedilerde oval. 1.3-1.5 mm. çapında olduğu ve m. obliquas ventralis'i innerve eden sinir dalı üzerinde yer aldığı tespit edildi. Tavşanlarda ise yuvarlak, 0.3-0.5 mm. çapında olduğu ve n. oculomotorius'un r. ventralis üzerinde yer aldığı belirlendi. N n. ciliares breves'in. kedi ve tavşanda ggl. ciliare'den tek bir dal halinde çıktığı belirlendi N. lacrimalis'in, kedilerde r. zygomaticotemporalis'den, tavşanlarda ise n. opthalmicus'dan çıktığı görüldü.Her iki türde, n. nasocilioris 'den bir nn. ciliares longi 'nin çıktığı görüldü

/ 153
145 / 153