8 sonuç

Tümünü Listeye Ekle
Dinlerin nesnelleşme (toplumsallaşma) süreçleri genellikle kurucunun veya peygamberin kişisel tecrübesini aktarmasıyla başlar. Böylece kişisel dini tecrübe inananlardan oluşan bir topluluk sayesinde nesnel bir dünya haline gelir. Ancak peygamberin tüm dini tecrübeleri nesnelleşebilir nitelikte olma-yabilir. Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etmeye yöneldiği vaka bunlardan biridir. Yani bu olay Hz. İbrahim’e özgü bireysel ve subjektif bir dini tecrübedir. Bu yüzden de aslında toplumsallaşması beklenemez. Ama yine de dini kişilikler söz konusu olduğunda toplum istisnai tecrübeleri toplumsallaştırmanın bir yolunu bulabilir. Söz konusu kurban vakasında toplum bu yollardan birini kullanmaktadır. Bu çalışmanın iddiası şudur: Hz. İbrahim’in kurban tecrübesi sadece ona özgü subjektif bir vaka değil aynı zamanda görünüşü itibariyle de toplumsal bellekte olumlu karşılığı olmayan bir hadisedir. Oysa o bilhassa bu tecrübesi sayesinde inananlar tarafından bir iman kahramanı ve tartışılmaz bir örnek olarak görülür. Öyleyse onun görünüşte makuliyet sınırlarını zorlayan bu sıra dışı tecrübesi toplum için nasıl büyük bir kahramanlık referansına dönüştürülmüştür? Burada toplumun yeniden yaratım yeteneği devreye girer ve bu yetenek şöyle işler: Kelimelerle tasvir edilen şey aslında bir çocuğun kurban edilme sahnesidir. Fakat toplumsal bellek bu sahneyi yeniden kodlar ve bu sefer sahnede -aynı görseller bulunmasına rağmen- dramatik bir kurban sahnesi değil Allah’a saf bir imanla yönelmiş baba ve oğlu gözükür. Sonuçta toplum Hz. İbrahim’i anlamak için devasa bir İbrahim’e dönüşmez ancak onun yüceliğinin harika bir kopyasını çıkararak herkesin önüne sermeyi başa-rabilir. Çalışmanın amacı kurban vakasının toplumsallaşma sürecini analitik bir yaklaşımla tespit etmektir.
Bir din ister toplum tarafından icat edilmiş olsun isterse de ilahi bir varlıktan gelmiş olsun her iki durumda da onun tezahür yeri toplumdur. Birey dini bir mirası devralmak için topluluğun varlığına mecbur durumdadır. Toplum, kişinin dini dünyasına öylesine sirayet etmiştir ki adeta onun organik bir parçası haline gelmiştir. Din, toplum, birey arasındaki ilişkiyi incelemenin çeşitli yolları vardır. Bu çalışmada, bu yollardan birinin de halvet deneyimlerini analiz etmek olduğu ileri sürülmekte ve bu amaçla bir halvet deneyimi analiz edilmektedir. Halvet deneyimi, bir nevi “ideal tip” olarak kullanılmıştır. Bu açıdan çalışma, deneysel (ampirik) bir çalışmadır denilebilir. Makale, konuya yeni bir yöntemle yaklaşmak suretiyle farklı bir açılım getirmekte ayrıca bu konuda ileri sürülen temel bazı kuramsal yaklaşımları bu yolla sınamaktadır. Bu vesileyle alana özgün bir katkı sağlamayı hedeflemektedir. Analiz edilen deneyim, Michaela Mihriban Özelsel'in Halvette 40 Gün adlı kitabında aktardığı kendi deneyimidir. Kitabın orijinal adı 40 Tage-Erfahrungsbericht einer traditionellen Derwischklausur şeklindedir.Kişiyi topluma bağlayan çeşitli araçlar vardır. Bunların başında da dil gelir. Dil toplumsal süreçlerin birinci ve en önemli aktörüdür. Dil bireyi topluma toplumu da gelenek ve kültüre bağlayan araçtır. Bu yüzden dinin, kendisiyle toplumsallaştığı en etkili aracın dil olduğu da ortadadır. Ancak dilin esnek bir yapısı vardır, o belli durumlarda zayıflayabilir. Halvet deneyimi analizi göstermiştir ki; kişi toplumdan soyutlandıkça dil yeteneği zayıflamakta buna karşın dini tecrübenin derinliği artmaktadır. Bu da toplumla dil arasında doğrudan bir ilişki bulunduğu ve aynı ilişkinin dil ile din arasında da geçerli olduğu anlamına gelmektedir. Bununla birlikte dil her ne kadar zayıflasa da kişi dilsel araçlardan tamamen soyutlanamamaktadır. Kişinin anıları, kültürel birikimleri, dini eğitimi vs. tamamı aslında dille doğrudan bağlantılıdır. Kişinin bilinç dünyasının önemli ölçüde bunlarla dolu olduğu söylenebilir. Söz konusu halvette yaşanan deneyimler kişinin bu bağlantılardan tam olarak kurtulamadığını hatta derin kişisel tecrübelerin bile bunlarla ilişki içine girerek ortaya çıktığını göstermektedir.Sonuç, bireyin mutlak şekilde toplumdan bağımsız bir dini tecrübe yaşayamayacağı şeklindedir. Bu, din söz konusu olduğunda ontolojik olarak bireyle toplumun birbirinden bağımsız düşünülemeyeceği anlamına gelmektedir. Bu çalışmada dikkat çekici bir sonuç daha elde edilmiştir. Kişi dilsel sınırların dışına çıkmaya başladığında aynı zamanda yaşayan (fizyolojik) toplumun referans alanından da kopmaya başlamaktadır. Kişi bu durumda başka bir topluluğun referans alanını aramaktadır. Halvetteki bir kişi için bu, geçmişten bu güne aynı metodu uygulamış olan “sufiler” topluluğudur. Kişi bu topluluğun formel öğretilerine sadık kalarak onların yaşadığı tecrübelerin benzerlerini yaşamayı beklemektedir.Çalışma açısından asıl önemli olan da aslında burasıdır, yani halvet esnasında bile kişinin bir topluluğun onayına duyduğu ihtiyacın keşfedilmesidir. Demek ki, gerek fizyolojik gerekse manevi olsun bir topluluk tarafından onaylanma ihtiyacı kişinin en derin ihtiyaçlarından birisidir. Kişi halvete çekilerek toplumdan izole olma niyetini ortaya koymuş olsa da deneyimini anlamlandırmak için o toplumun dilsel, dinsel ve kültürel referanslarına ihtiyaç duymaktadır. Münzevi, güvendiği bir topluluğun onayından geçmemiş bir tecrübenin dini olup olmadığından kuşkuludur. Bu da bir dinin toplumdan bağımsız bir olgu olarak tasavvur edilemeyeceğine dair klasik iddiaların doğrulanabileceği anlamına gelmektedir. Ulaşılan sonuçlar incelenen halvet deneyimiyle sınırlıdır.
Bu makale, “dini birlik nasıl oluşturulur?” sorusunun cevabını bulmayı amaçlamaktadır. Bunun için somut bir veri alanı olarak İslam dinine odaklanır. Özellikle Mekke döneminde, çekirdek topluluğu oluşturan ve yönlendiren dini söylemin mahiyetini çözümlemeye yönelir. Çalışma, İslam’da dini birliği oluşturmak için üç farklı söylem türünün takip edildiğini tespit etmektedir. Bunlar, gizli (münezzeh) Allah inanışına yöneltmek, kolektivizmi oluşturmak ve ölçülü korkuyu yaymaktır. Gizli Allah inanışı Allah’ın tenzih edilmesini merkeze alan bir inanıştır. Gizliliği, onun tüm duyulardan soyutlanması ve mahiyeti hakkında tüm tasvir edici bilgilerin yetersiz görülmesidir. Bunun sosyolojik önemi, Mekkeli müşriklerin kışkırtıcı derecede görsel ve duyusal olan paganist inanışlarının diyalektik karşılığı olarak vazedilmiş olmasıdır. Dini topluluğun ilk örneği bu inanç üzerinde inşa edilmiştir. Kolektivizmi oluşturmak ise İslam toplumunu manevi bir çember içine alarak içeridekileri kardeş dışarıdakileri inkârcı ilan etmektir. Birliğin tamamlanması ve sürekli hale gelmesi için kardeşlik yeterli değildir. Aynı zamanda inkârcı toplumdan da ayrı olunduğunun bilincine varılmalıdır. Müminler bu topluma karşı dikkatli olmaya, birlikte hareket etmeye çağrılır. Ölçülü korkuyu yaymak ise İslam literatüründe korku ile ümit arasında olmak deyimiyle ifade edilen durumdur. Korku, mahiyeti tam olarak bilinmeyen büyük bir tehdide karşı uyarmak için verilir. Bu aynı zamanda “neden böyle inanmalıyım, neden inananlar topluluğuna sadık kalmalıyım?” sorularının yanıt bulduğu yerdir. Ümit ise bu korkunun işaret ettiği tehdidin atlatılma ihtimalini gösterir. Bu üç söylem dini topluluğu sadece oluşturmak için değil aynı zamanda devamlı hale getirmek için de kullanılmaktadır. Toplumsal birlik zayıfladığında bunlardan birine başvurmak suretiyle birliği pekiştirme yoluna gidilebilir. Amaç, İslam topluluğunu bir araya getiren dinamiğin sosyolojik olarak çözümlenmesidir. Çalışma, söylem tiplerini tespit etmeye odaklandığı için tipolojik bir çalışma olarak değerlendirilebilir.
Gözetim olgusu günümüz toplumlarının ayırt edici vasıflarından biri haline gelmiştir. Modernbiçimiyle ilk olarak panoptik bir hapishane tasarımı şeklinde ortaya çıkan gözetim, bilgisayarve kameraların hayatımıza girmesiyle farklılaşmış, “Veri Gözetimi”nin de eklenmesiyleoldukça ileri boyutlara taşınmıştır. Biz bu gözetim türüne beşeri gözetim adını vermekteyiz.Beşeri gözetim, bir paradigmaysa bu paradigmanın amaçlarından birinin, özellikle insanhakkında, gizli açık her şeyi görme ve bilme isteği olduğu açıktır. Bu da tanıdık bir inancı yaniher şeyi gören ve bilen Tanrı inancını çağrıştırır. Bu tür bir tanrı inancına da ilahi gözetim adınıverebiliriz. İlahi gözetim, Tanrının evrende olan her şeyle birlikte insanın tüm faaliyetlerinigözetlediğine ve her şeyi kayıt altına aldığına yönelik dini inançlara dayanır. Özellikle semavi(monoteist) dinlerde bu inanış oldukça güçlüdür.Beşeri gözetimin dinsel bir temeli var mıdır? Çalışmanın temel sorusu budur. Teolojik açıdangözetim, Tanrının her şeyi görmesi ve bilmesiyle aynı değildir. Fakat gözetim toplumununteorisyenlerinden Lyon’a göre beşeri gözetim tasarımının kaynağı Mezmurlar’daki “her şeyigören Tanrı” inanışıdır. Bu çerçevede gözetim, Hıristiyanlık ve Yahudiliğin “gözetleyen Tanrı”inancının politik olarak yeniden tasarlanmış ve küreselleşmiş şeklidir. Monoteist ve kutsal birkaynaktan ilham alınarak tasarlanmış olmasına rağmen kutsal bir kaynağı yokmuş gibi tümtoplumlarda uygulanabiliyor olması, onun nihai derecede sekülerleştirilmiş olmasıyla ilgilidir.Her ne kadar monoteist dinlerdeki gözetleyen tanrı inancı birbirine benzer olsa da İslam’daki“her şeyi gören Allah” inancıyla beşeri gözetim arasında organik bağ kurmak oldukça zorgözükmektedir. Çünkü ikisi arasında tarihsel açıdan ilişki kurulamadığı gibi sosyolojik açıdanda ilişki kurulamamaktadır. İki gözetim türü arasındaki betimsel benzerliğin nedeni butasarıma İslam’ın ilham vermiş olmasından değil, monoteist dinlerin teolojik kökenlerininortak olmasındandır. Gerçi gözetleyen bir Tanrı'yı düşünmenin, beşeri gözetimle aynı sosyalbilişsel süreçleri tetiklediğine dair deneysel veriler bulunmaktadır ve bu verilere İslam diniyleilgili bulgular da dâhildir. Fakat deney sonuçlarının tamamen doğru olduğunu varsaysak bilebu, konuyu sadece psikolojik açıdan açıklamak için kullanılabilir. Oysa gözetim, politik bir araçolarak tasarlanmıştır ve bu tasarımın ilham kaynağı Kur’an değil Mezmurlar’dır. Bununlabirlikte Kur’an gözetleme etiği açısından bir başlangıç oluşturabilir. “…Birbirinizin kusurlarınıve mahremiyetlerini araştırmayın…” mealindeki ayet bu açıdan önemlidir.Çalışma, bundan başka “veri gözetimi”ni de ele almakta ve “verilerin efendisi” konumundakikişilerin “Yapay Tanrılar” gibi davrandıklarını ileri sürmektedir. Bunu da Kur’an’da bahsigeçen Nemrut kıssasıyla ilişkilendirmektedir. Nemrut’un “ben de öldürür ve diriltirim”şeklindeki tutumu yapay bir tanrı gibi davrandığını göstermektedir. O, bu davranışı politik birsöylem olarak tasarlamıştı. Onun politik açıdan tanrı gibi algılanması için bütün evreniöldürüp diriltme gücüne sahip olmasına gerek yoktu. Sadece kendi toplumunda istediğiniöldürebilecek güce sahip olması bunun için yeterliydi. Gerçekten de Nemrut, kavmi içindeadeta bir tanrı gibi yüceltiliyordu. Tıpkı bunun gibi “verilerin efendileri”nin de tanrı gibialgılanması için tüm evrenin bilgisini toplamalarına gerek yoktur. Sadece insanlara aitverilerin bir kısmını toplamaları bunun için yeterlidir. Bilhassa küresel salgınlarınkonuşulduğu günümüzde bu “Yapay Tanrılar” hakkında fazlasıyla söz edilir olmuştur. Dahasıtoplumsal bilinçte, bunların “sahte tanrılığını” onaylar nitelikte bir yüceltme eğilimininbulunduğu görülmektedir.Çalışmanın verileri literatür taramasıyla toplanmış ve betimleyici bir yaklaşımla analizedilmiştir. İslam için kullanılan temel veriler Kur’an’ın ilgili ayetleridir. İslam’daki “GözetleyenAllah” inancıyla günümüz gözetim sistemleri arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarmak için ayrıcakarşılaştırma yöntemi kullanılmıştır.
Bu makale son dönem Şii-Sünniilişkilerini ele almakta ve bu ilişkilerinpostmodern olup olmadığınısorgulamaktadır. Yirminci yüzyılın ikinciyarısından itibaren postmodern biranlayış ve düşünüş tarzının dünyaçapında yayıldığı ileri sürülmüştür.İslam toplumlarını da etkileyen buparadigmanın temel özelliklerinden biriçoklu hakikat inancını geçerligörmesidir. Şia ve Ehl-i Sünnet İslamcoğrafyasının iki ana kolunu temsiletmektedir. Her bir mezhep yüzyıllarboyunca İslam hakikatini kendisinintemsil ettiğini savunmuş diğerinin iseyanlış yolda olduğunu ileri sürmüştür.Ama yine de her iki mezhep tarihboyunca ilişki içinde olmuşlardır.Mezhepleri yakınlaştırma (takrib)çalışmaları da bu ilişkilerden biridir. Buçalışma, “postmodern paradigma az veyaçok her alana sirayet ettiyse Şii-Sünniilişkilerine de sirayet etmiş olmalıdır”varsayımından hareket etmektedir.Araştırmanın vardığı sonuç, takribçalışmalarının çoğullaşma eğilimindeolduğu ve postmodern bir yakınlaşmabiçiminin varlığının konuşulabileceğiyönündedir.
Kolektivist yapıların temel dinamiğini toplumsal hiyerarşiler oluşturur. Diğer bir ifadeyle top-lumdaki hiyerarşik yapılar doğası gereği güçlü örgütlü yapılar tesis etmeye yönelir. Aynı durum dini topluluk için de geçerlidir. Dini bir topluluğun kolektif doğası, kendisini en iyi onun hiyerarşik yapı-sında belli eder. Bu çalışmada hiyerarşik yapıların dini birliği (kolektivizmi) nasıl örgütlediği ele alınmakta ve bu kapsamda üç tür hiyerarşi tespit edilmektedir. Birincisi, maddi hiyerarşidir. Bu, di-nin kurumsal yapısı tarafından belirlenir, sert bir hiyerarşidir. İkincisi manevi hiyerarşidir. Bu, dinin kurumsal olmayan yapısı tarafından belirlenir. Manevi hiyerarşinin başında din kurucusu (peygam-ber) bulunur. Sırasıyla ona yakın kişiler hiyerarşinin katmanlarına yerleşir. Üçüncüsü ise kronolojik hiyerarşidir. Bu hiyerarşi geleneklerin buyurgan niteliğini tanımlar. Dini bir gelenek, dini mesaja ulaşmak isteyen bir birey veya toplum için bir başvuru kaynağına dönüşmüşse orada kronolojik bir hiyerarşi tesis edilmiş demektir. Hiyerarşik yapılar bireyci anlayışların dışlanmasına yol açar. Hiye-rarşik yapılar arttıkça bireyselleşme azalır, Hiyerarşik yapılar azaldıkça bireyselleşme artar.
19.yy Avrupa aydınlanmasının bütün dünyada düşünce ve yaşam alanlarını etkilemesine modernizm adı verilmektedir. Modernizmin en temel özelliği bilimde akılcılığı, yaşamda ise din dışılığı (profan)esas almasıdır. Bu yaşam ve düşünce tarzının getirileri ilk olarak gelenek dediğimiz eski yaşam ve inanış şekillerini eleştiriye açtı. Bir süre kendini savunan geleneksel değerler birer birer yenilgi bayrağını çekince modernizmin başta kutsal algısına dayalı dini düşünceyi ve gelenekleri kaldırıp yerine kendi değerlerini yerleştireceği öngörülmeye başlandı. Ancak modernlik bütün çabalarına rağmen "kutsal"ı öldürmeyi başaramayınca geleneklerin birçoğu evrilerek yeni hayata uyum sağladı. Değişime doğal olarak bir süre direnen İslam de medeniyeti modernizmin zorlayıcı tutumundan daha fazla müstağni kalamadı ve yeni dünya da kendine özgü yeni değerler üretme yoluna gitti. Modernleşmeyi Avrupalılaşmaktan ayırarak bir yandan özgün değerlerini korumak isterken diğer yandan çağa ayak uydurmanın yolarını aramaya başladı. İslam medeniyetinin "eski" ile "yeni"yi nasıl örtüştüreceğinin yollarını aradığı bu süreçte henüz yolun sonuna ulaştığı ve sonuçlar üzerinde fikir birliği sağlandığı söylenemez.
Din sosyolojisi açısından Türkiyede camiler büyük önem taşır.Kadın, erkek ve çocuklar bu ibadet yerlerinden eşit şekilde yararlanma hakkına sahiptir. Ancak kadın ve çocukların erkekler kadar hizmetaldığı söylenemez. Onların bu anlamda camilerde iyileştirilmesini istedikleri ve eklenmesini bekledikleri hizmetler vardır. Özellikle kadınlarerkek üstünlüğüne dayalı anlayıştan ve camilerdeki hizmetlerin de buminvalde gelişmesinden rahatsız olmaktadırlar. Kadınların çoğunluğuna göre camilerdeki bu hizmetlerin eksikliği dinden değil büyük oran- da kültürden kaynaklanmaktadır.

/ 1
2 / 1