235 sonuç

Tarama Sonuç Kümeleri
Tümünü Listeye Ekle
Objectives: Acromegaly is a chronic endocrine disorder that is characterized by hypersecretion of growth hormone.The purpose of this study was to evaluate coronary flow reserve (CFR) in patients with acromegaly and investigatewhether there is an association between fibroblast growth factor-23 (FGF-23) and Klotho levels with coronary microcirculation or not.Methods: A total of 54 patients with acromegaly were divided into subgroups: Those with active disease and thosewho are in biochemical remission (serum insulin-like growth factor-1 level was within the normal range). Along with31 healthy volunteers, the patients underwent dipyridamole-stress transthoracic Doppler echocardiography. CFR wascalculated with the ratio of hyperemic to baseline diastolic peak velocities. Klotho and FGF-23 were measured using anenzyme-linked immunosorbent assay.Results: A total of 42 (%77.8) of acromegaly patients had active disease. Acromegaly patients had lower Klotho andFGF-23 levels compared to in controls. Patients with active disease had higher FGF-23 levels and lower Klotho levelswhen compared to patients in remission. CFR levels of active group were lower than remission and controls (p=0.001;p=0.043, respectively). Klotho was strongly associated with CFR levels in patients with active disease (r=0.8, p=0.001).Conclusion: Acromegaly patients have lower levels of Klotho and FGF-23 and CFR.
Objectives: Nicotine is an addictive alkaloid agent. Electronic cigarette (e-cigarette) is a product that contains nicotineand various ingredients while producing steam. Its usage is spreading among people in Turkey like in other countries.The aim of this study is to find out the frequency of e-cigarette usage among medical students, their views on e-cigarette and their awareness.Methods: To find out the smoking habits of medical students, the frequency of their e-cigarette usage, as well as theirlevel of knowledge on the issue, a survey composed of 36 questions is applied among the students of Ufuk UniversityFaculty of Medicine.Results: The percentage of cigarette usage among the students is 22.8% while 11.5% of these students tried e-cigarette. The percentage of male students who tried e-cigarette is significantly higher than the female students (63.9%vs. 36.1%) (p=0.004). 43.7% (n=31) of 71 active smokers are using e-cigarettes as well. In the survey, 75% of the e-cigarette users claim that their cigarette deprivation stayed unchanged and 52.8% of the smokers state that they did notexperience any side effects depending on e-cigarette usage. Both the students who never smoke and the ones who areactive smokers state that they received information about e-cigarette generally from their friends (35.8% and 47.9%, respectively). Both groups think that e-cigarette is less harmful than cigarette. The active smokers have more informationabout the contents of e-cigarette when compared to the group of non-smokers (25.9 % vs. 46.5%) (p=0.004). Neither ofthese groups know that e-cigarette is banned by the Ministry of Health (p=0.377).Conclusion: The percentage of e-cigarette usage among the medical school students cannot be underestimated. Thisstudy reveals that students do not have sufficient information about the potential harms of e-cigarette. In addition to theinformative and anti-smoking studies on cigarette usage, studies on the harms of e-cigarettes must also be carried out.
In this review, it is aimed to investigate the risk of Vitamin D deficiency, diseases caused by the deficiency of Vitamin Din addition to classical effects and toxicity risks due to excessive Vitamin D intake. As is known, Vitamin D is becomingmore and more understandable every day, and new studies are needed. However, as a result of the literature reviewsdone in this study, it was investigated the cause-and-effect relationship of toxicities risks, diseases determined due toVitamin D insufficiency or Vitamin D deficiency, determination of treatment doses, and health policy applied to preventVitamin D insufficiency and toxicity, it is seen that it is important to use standard methods enriched with controlledstudies.
Aim: Recurrent pregnancy loss (RPL) defined as 3 or more miscarriages before 20 weeks of gestation by the World Health Organization, and is a common complication during pregnancy, especially for early gestation and affects about 1–5 % of pregnant. In this study, we analyzed mean platelet volume (MPV), platelet count (PLT) values, Factor II g.20210G>A, Factor V Leiden, MTHFR (C677T, A1298C), PAI-1, β-fibrinogen, Factor XIIIA (V34L) and glycoprotein IIIa (L33P) polymorphisms of patients who have RPL history and searched the relationship between genetic thrombophilia markers and platelet parameters in RPL. Methods: A retrospective, clinical trial was performed by reviewing the recurrent pregnancy loss history of 229 patients, and 200 controls. The results of the genetic thrombophilia panel were used to classify the study and control group into low, intermediate and high risk for thrombophilia groups. Results: Factor II g.20210G>A (p=0.035), Factor V Leiden mutations (p=0.027) and PAI-1 (4G/5G) (p<0.001), β-fibrinogen homozygous polymorphisms (p=0.004) and Factor XIIIA (V34L) homozygous polymorphisms (p=0.001) are significant for recurrent pregnancy loss. According to platelet parameters; additively, there was significant difference between MPV and PLT values of RPL and control group, thrombophilia mutations and polymorphisms also have a significant effect on MPV and PLT values in RPL, according to severity of thrombophilia mutations or polymorphisms (p<0.001). Conclusion: Severities of genetic thrombophilia markers have a significant effect on MPV and PLT values in RPL
-
Amaç: Endometriozisin bazı hastalarda neden daha agresif ve invaziv olduğunun nedenleri bilinmemektedir. Klinik olarak belirlenen risk faktörleri populasyon bazında rekürrens prediksiyonunda değerli olmasına rağmen kişi bazında prediksiyonda hastadan elde edilen biyokimyasal markerlar daha değerlidir. Bu nedenle, rekürrens açısından anlamlı potansiyel biyomarkerların keşfi endomeriozis patogenezine ışık tutabileceği gibi rekürrens takibinde klinisyenlere yardımcı bir parametre olarak kullanılabilir.Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza over kisti nedeniyle cerrahi geçiren ve patolojik inceleme sonucunda endometrioma tanısı konmuş 50 hasta dahil edildi. Olguların yaş, endometriozis evresi, endometrioma çapı ve lokalizasyonu, cerrahi tipi, preoperatif ve postoperatif CA 125 düzeyleri kaydedildi. Olguların arşiv patoloji preparatları Ki 67 ve anti-urocortin antikor ile boyandı. Patolojik parametreler nüks olan olgular ile olmayanlarda kıyaslanarak bu parametrelerin rekürrens ile ilişkisi araştırıldı.Bulgular: Nüks olan olguların Ki67 İndeks medyanı (7,5±6,5) nüks olmayan olguların Ki67 İndeks medyan değerinden (1±4) daha büyük olup, istatistiksel olarak anlamlıydı (p=0,003). Olguların nüks olma durumu ile ürocortin epitel boyanma yoğunluğu ve yüzdesine göre dağılımı ise istatistiksel olarak anlamlı değildi. Nüks olmayan olguların postoperatif CA 125 medyan değeri (10±17,6) nüks olan olguların CA 125 medyan değerinden (29,9±18,1) daha küçük olup bu istatistiksel olarak anlamlıydı (p=0,003).Sonuç: Ki67 proliferasyon indeksi prognoz ve rekürrens riskini predikte etmede yardımcı bir belirteç olabilir
Etyopatogenezinde interlökin-1 in önemli rol aldığı sistemik başlangıçlı juvenil idopatik artritte (soJIA); tedavideanti interlökin-1 kullanımı giderek artmaktadır. 14 yaşında soJIA tanılı bir erkek olgu sunuldu. Yaklaşık 2yıldır anakinra tedavisiyle remisyonda olan olgunun, tedavi aralığı açılıp, doz azaltıldığında (1 mg/kg haftada 2kez), pulmoner emboli ve kardiyak iskemiyi taklit eden bulguları gelişti. Artmış kardiyak enzimleri ve ekokardiyografikbulguları myo-perikardit olarak yorumlandı. Pulmoner BT anjiografide trombüs saptanmadı. Yüksekakut fazları ve kliniğiyle soJIA atağı kabul edilen hastaya, yoğun immunsupresif tedavi ve beraberinde 2 mg/kg/ganakinra tedavisi tekrar başlandı. Tedavinin 5. gününde klinik ve laboratuvar bulguları düzelmeye başladı. Buolgu, soJIA'lı hastalarda anti-interlökin 1 tedavinin oldukça önemli olduğunu desteklemektedir. Tedavinin yavaşyavaş doz azaltılarak ve aralık açılarak kesilmiş olmasına rağmen, olgunun oldukça ağır bir klinikle başvurmasıdikkat çekicidir. Bu ilaçların, genetik bozukluğun olmadığı soJIA'lı hastalarda, ne kadar sürede ve nasıl kesilmesigerektiğiyle ilgili, geniş kapsamlı prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır.
Amaç: Malign hastalıklarda deri, mukoza, saç ve tırnak bulgularının tanısı hayatı tehdit eden ilaç reaksiyonları, fırsatçı enfeksiyonlar ya da primer hastalığın deri tutulumları sebebi ile çoğu zaman zordur. Lezyonların morfoloji, şekil ve dağılımları kendiliğinden iyileşen lezyonlardan kemoterapinin ciddi yan etkilerine kadar olan bulguların ayırıcı tanısında önemlidir. Türkiye'den malignitelerin ayrıntılı dermatolojik bulgularını sunan vaka bildirileri ve serileri yetişkinlerle ilgili olup çocuk hastaları içeren geniş gurup çalışması yoktur. Bu çalışmanın amacı hemato-onkolojik çocuk hastalardaki dermatolojik bulguların morfolojik özelliklerini değerlendirmektir.Gereç ve Yöntem: Çalışma Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Hematoloji-Onkoloji Kliniği'nde yapıldı. Üç dermatolog bir yıl boyunca her gün klinikteki tüm hastaları konsulte etti.Bulgular: Çalışma gurubunu yaşları 1-16 (ortalama 7,19±4,63) arasında değişen 157 çocuk (79 kız/78 erkek) oluşturdu. Oral-genital mukoza, saç ve tırnakları da içeren ayrıntılı dermatolojik muayene yapıldı. Hastaların %70'inde en az bir adet dermatolojik bulgu mevcuttu. Kemoterapi gören hastalarda en sık yaygın kseroz ve hiperpigmentasyon görüldü (%24,19). En az 10 alanda multiple nevüsler uzun süre kemoterapi alanlarda sık görüldü (%18,47). Bunların üçü displastik nevüstü ancak bir yıllık çalışma periyodunda malign transformasyon görülmedi.Sonuç: Pediatrik hemato-onkoloji kliniklerinde düzenli dermatolojik muayene tanısal ve tedavi problemlerini çözmede yardımcı olabilir.
Amaç: Üçüncü jenerasyon aromataz inhibitörleri (Aİ) aromataz aktivitesinin potent supresörleridir. Bu çalışmanın amacı Aİ bazlı adjuvan terapi ile tedavi edilen meme kanserli hastalarda advers etkilerin insidansını ve CYP19A1 genotipleri ile ilişkisini belirlemekti.Gereç ve Yöntem: Aİ adjuvan tedavisindeki 45 postmenopozal meme kanserli hasta (46-85 yaş) CYP19A1 geninin RS4646 polimorfizmleri için genotiplendirildi ve üç varyasyon tanımlandı. Toksisiteler her takipteki tıbbi muayenede kaydedildi ve Advers Olaylar için Ortak Terminoloji Kriterleri ile uyumlu olarak sınıflandırıldı.Bulgular: Yirmi dört (%53,3) hasta GG, 19'u (%42,2) GT ve 2'si (%4,4) TT genotipi gösterdi. Aİ tedavisi 35 hasta (%77,8) için Anastrozol ve diğerleri (n=10; %22,2) için Letrozol idi. Osteoporoz, GG genotipi ile anlamlı olarak ilişkiliydi (p=0,001). Tedaviye devam etmeme (TD) 6 olguda (%13,3) görüldü. Yaşa ve Aİ tedavisine göre düzeltildiğinde, TD'yi öngörebilecek tek parametre şiddetli artralji/miyalji oluşumu idi (Odds Oranı, OR=23,75; p=0,009).Sonuç: Bulgularımız CYP19A1 polimorfik varyantların Aİ ile ilişkili yan etkiler geliştirme duyarlılığını etkileyebileceğini düşündürmektedir. Aİ bazlı terapilerin advers etkilerini öngörmede aromataz gen (CYP19A1) polimorfizminin rolünü doğrulamak için ileri prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır
-
Amaç: Endometrium kanseri olan hastalarda preoperatif trombositozun postoperatif tümör evre ve derecesini tahmin etmedeki değerini değerlendirmeyi amaçladık.Gereç ve Yöntem: Bu çalışma ocak 2000 ve aralık 2011 yılları arasında jinekoloji onkoloji birimimizde retrospektif bir çalışma olarak yapılmıştır. Tam bir cerrahi evreleme yapılan endometrial karsinoma tanılı 190 hastanın medikal kayıtları incelendi. Hastaların yaş, gravida, parite, menapozal durum, vücut kitle indeksi, eşlik eden morbiditeleri (diyabet, hipertansiyon vb.), evre, derece, histolojik alt tip, miyometriyal invazyon derinliği, periton yıkama sitolojisi ve preoperatif trombosit sayısı gibi klinik ve patolojik özellikleri kayıt edildi. Endometrioid adenokarsinomalar FİGO klasifikasyonuna göre derecelendirildi. Trombosit sayısı cerrahi işlemden 3 gün önce elde edildi. 300×109/L'in üzerindeki trombosit değerleri trombositozis olarak değerlendirildi. 0,05'in altındaki p değerleri istatistiksel olarak anlamlı olarak kabul edildi.Bulgular: Çalışma grubundaki hastaların ortalama yaşı 55,4 idi. Ortalama gravide 3.8 ve ortalama parite 3,32 idi. 108 (%56,8) hastanın vücut kitle indeksi >30 kg/m² idi. Ortalama platelet sayısı 288, 6±90,7×109/L (dağılım 105772×109/L) idi. Cerrahiler sırasında hastaların çoğunu erken evre hastalığı olanlar oluşturuyordu. Hastaların 170 (%89,5)'i evre 1-2 iken, 20 (%10,5)'si evre 3-4 idi. Trombositoz ile yaş, gravida, parite, BMI, kanser derecesi, evresi, histolojik alt tipi, invazyon derinliği, servikal tutulum, intrauterin tümör hacmi ve peritoneal yıkama arasında istatistiksel anlamlılık saptanmadı. Sonuç: Çalışmamızda endometrium kanserinin evre ya da derecesi ile preoperatif trombosiztoz arasında ilişki olmadığını saptadık.
Amaç: Bu çalışmanın amacı difüzyon ağırlıklı manyetik rezonansgörüntülemede (MRG) peritoneal metastazların tanısında görünürdifüzyon katsayısı (ADC) değerlerinin yararlılığını değerlendirmektir. Gereç ve Yöntem: Peritoneal metastazı bulunan 20 onkoloji hastasına (grup 1) konvansiyonel MRG sekansları ile birlikte difüzyon ağırlıklı görüntüleme gerçekleştirildi. Peritoneal metastazların, metastaz çevresindeki yağ dokusunun ve malignansisi olmayanların (grup 2) peritoneal yağ dokusunun ADC değerleri b (0-100), b (0-600), and (b 0-1000) s/mm2 difüzyon gradiyentlerinde ölçüldü ve karşılaştırıldı. Bulgular: Peritoneal metastazların 3 gradientte elde edilen ADC değerleri (b 100, 600 and 1000 gradientlerinde sırasıyla 2.27±0.4; 1.67±0.7 and 1.09±0.4x10-3 mm2/s), metastaz çevresindeki yağ dokusunun ADC değerlerinden (b 100, 600 and 1000 gradientlerinde sırasıyla 3.07±0.4; 2.07±0.4; 1.33±0.3x10-3 mm2/s) anlamlı olarak düşüktür (p<0.05). Grup I ve grup II’de yer alan hastaların peritoneal yağ dokusundan elde edilen ADC değerleri arasında anlamlı farklılık bulunmamıştır (p>0.05). Sonuç: Difüzyon ağırlıklı görüntülemede peritoneal metastazların peritoneal yağ dokusundan ayırtedilmesinde ADC değerlerinin ölçümü yardımcı bir tanı yöntemi olarak kullanılabilir.
Amaç: Pulmoner emboli (PE), hastanede yatan hastalarda sık görülen, morbidite ve mortalitesi yüksek bir hastalıktır. PE’lerin önemli bir kısmı alt ekstremite derin venöz sisteminden kaynaklanır ve bu derin ven trombozları (DVT) çoğunlukla asemptomatiktir. DVT ve PE proflaksisi tüm dünyada kabul gören, rutin kullanıma girmiş yöntemler olmasına karşılık risk grubundaki hastalara proflaksi uygulamaları ihmal edilebilmektedir. Çalışmamızı, hastanemizde yatan ve risk faktörü taşıyan hastalarda DVT proflaksisinin hangi sıklıkta uygulandığını araştırmak için planladık. Gereç ve Yöntem: Hastanemizin cerrahi, ortopedi, yoğun bakım, dahiliye, onkoloji, plastik cerrahi, kadın doğum, göğüs hastalıkları, nöroloji, nöroşirürji ve üroloji kliniklerinde yatan hastalar, aynı gün içinde ziyaret edilerek, hem kendileri hem de dosyaları görüldü. DVT ve PE için risk faktörleri saptandı. Proflaksi alması gerekip gerekmediği, 2001 ACCP kriterlerine göre belirlendi. Proflaksi alıp almadığı, proflaksiye kontrendike bir durumu olup olmadığı kaydedildi. Bulgular: Hastanemizde yatan 275 hasta ziyaret edildi ve dosyası incelendi. Hastaların 134’ü (%48,7) kadın, 141’i (%51,3) erkekti ve yaş ortalamaları 53,09±19 idi. Hastanede ortalama yatış sürelerinin 8,1±10,1 gün olduğu saptandı. En sık saptanan risk faktörleri ileri yaş (%52,0), immobilite (%38,9), operasyon öyküsü (%36,4), malignite (%28,7) ve obezite (%21,1) idi. Proflaksi alması gereken 170 hasta vardı ve bunların 56’sına (%32,9) profilaksi uygulanıyordu. Klinikler ayrı ayrı incelendiğinde, risk gruplarına profilaksi uygulanma oranının en yüksek ortopedi (%84,6) ve nöroloji (%60,0) kliniklerinde bulunduğu, onları %37,5 ile yoğun bakım ünitesinin izlediği görüldü. Kadın hastalıkları ve doğum, onkoloji, plastik cerrahi ile üroloji kliniğinde profilaksi uygulanan hasta saptanmadı.Sonuç: Hastanemizde venöz tromboemboli proflaksisine gereken önemin verilmediğini, risk grubundaki hastalara proflaksi uygulanması ile venöz tromboemboli insidansının ve ona bağlı morbidite ile mortalitenin azalacağını düşünüyoruz. Bunu da eğitimle başarabileceğimiz kanaatindeyiz.
Amaç: Yirminci yüzyıl başlarında nadir bir hastalık olarak bilinen akciğer kanseri, 1950’li yılların başında erkeklerde, son 20 yılda da kadınlarda olmak üzere kansere bağlı ölümlerin en sık sebebi olmuştur. Bu çalışma ile bölgemizde akciğer kanser insidansı, klinik özellikleri, kanser alt tipleri, başvuru evreleri, tümörün içilen sigaranın cinsi ve beslenme ile ilişkisi, tümörün radyolojik özellikleri ve tanı konulma şekilleri gibi birtakım özellikler tespit edilmeye çalışıldı.Gereç ve Yöntem: Bu çalışma prospektif elde edilen verilerden analiz edilerek yapıldı. Çalışmaya 2005 yılında Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi Göğüs Hastalıkları, Medikal Onkoloji, Radyasyon Onkolojisi, Göğüs Cerrahisi bölümlerine; Erzurum Nihat Kitapçı Göğüs Hastalıkları Hastanesi ve Palandöken Devlet Hastanesine başvuran ve akciğer kanseri tanısı almış olan hastalar alındı. Hastalara ait bilgileri elde etmek için standart bir anket formu kullanıldı. İnsidans hesaplamasında Devlet İstatistik Enstitüsü’nün 2005 yılına ait nüfus sayımı verileri kullanıldı.Bulgular: Çalışma süresi içerisinde akciğer kanseri tanısı alan 255 hasta tespit edildi. Bunlardan 220’si erkek (%86.3) 35’i kadın (%13.7) idi. Hastaların yaş ortalaması 63±1 idi. Erzurum’da akciğer kanseri tanısı koyabilen hastanelerin verilerine göre Erzurum iline ait akciğer kanseri insidansı 14.4/100.000 olarak belirlendi. Kanser sıklığı yaş ilerledikçe arttığı, erkeklerde kadınlara göre yaklaşık 6 kat fazla görüldüğü, histopatolojik olarak küçük hücreli dışı akciğer kanseri ve ileri evre akciğer kanserinin fazla görüldüğü tespit edildi.Sonuç: Bu çalışmada bulunan Doğu Anadolu Bölgesi ve özellikle Erzurum için akciğer kanseri insidansının, geçmiş yıllarda hem bölgemizde hem de ülke genelinde yapılan diğer çalışmalardan farklı olmadığı, ileri yaş, erkek cinsiyet, aktif sigara içimi düşük sosyoekonomik durum ile ilişki tespit edildi.
Bu çalışmada baş-boyun kanserli hastaların radyoterapisi esnasında, istenmeyen bir etki olan gözlerin aldığı total radyasyon dozu, rando-fantom yardımı ile ölçme amaçlandı. Çalışmaya larinks, nazofarinks, orofarinks, sert damak, dil kökü, tonsil, parotis, maksiller sinüs, orbita ve tiroid tümörleri çalışma kapsamına alındı. Radyoterapi protokolü olarak karşılıklı paralel iki alan veya 3 alan 200cGy/fr/5gün şeklindeki protokol uygulandı;ölçümler rando fantomda yapıldı. Larinks, orofarinks, sert damak, dil kökü, tonsil ve tiroid kanserlerinin radyoterapisi esnasında gözlerin almış olduğu dozlar, 400 cGy'lik total dozun altında bulundu. Nazofarinks, parotis, maksiller sinüs ve orbita kanserlerinin radyoterapisi esnasında gözlerin almış olduğu dozlar, 400 cGy'lik dozun üstüne saptandı. Çalışmanın sonucunda, nazofarinks, parotis, maksiller sinüs ve orbita kanserlerinin radyoterapisi sonucu hastalarda komplikasyon olarak gözlerde katarakt oluşmasının olası bir sonuç olduğu kanısına varıldı.

/ 12
13 / 12