80 sonuç

Tarama Sonuç Kümeleri
Tümünü Listeye Ekle
Objective: The present study aimed to investigate the relationship between health literacy, self-efficacy, health perception, and perceived service quality in patients with chronic diseases who applied to primary healthcare services. Materials and Methods: Seven hundred and eighty-two (495 female, mean age; 55.39±18.39 years) participants with chronic diseases were included. Health literacy and health perception were evaluated using Turkish Health Literacy Scale-32 (THLS-32), and Health Perception Scale (HPS), respectively. Self-Efficacy Scale on Chronic Diseases (SESCD) was used to assess self-efficiency level and SERVPERF scale was assess the perceived service quality. Results: There were significant relationships between THLS-32, age, SERVPERF, and SESCD (p<0.05). HPS was significantly correlated with age, the number of chronic diseases, and SERVPERF (p<0.05). THLS-32, HPS, age, and the number of chronic diseases explained a significant amount of variance in all subscales of SESCD (p<0.05), describing 9.7% to 16.5% of the adjusted R2. Health literacy, health perception, age, and the number of chronic diseases explained a significant amount of variance in all subscales of SERVPERF (p<0.05), describing 4.4% to 8.1% of the adjusted R2. Conclusion: This study found that health literacy, age, and the number of chronic diseases were predictors of self- efficacy; in addition, health literacy, health perception, age, and the number of chronic diseases were predictors of perceived service quality in patients with chronic diseases. Age and number of chronic diseases are non-modifiable factors for the level of self-efficacy and perceived service quality whereas health literacy can be improved.
Amaç Tümör oluşumunda ve ayırıcı tanısında tümör anjiogenezi önemli bir unsur ve değerli bir göstergedir. Menengiomlar vasküleritesi yüksek tümörler olması nedeni ile bu çalışmada, farklı tedavi protokollerinin geliştirilebilmesi açısından menengiomlarda immunohistokimyasal yöntemlerle prostat-spesifik membran antijen (PSMA) salınımının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem Kliniğimizde opere edilerek Derece I (n=32), Derece II (n=6) ve Derece III (n=10) menengiom tanısı almış 48 hastadan alınmış olan doku örneklerinde PSMA antikorları immunohistokimyasal metod ile incelendi. Tümör dokusundaki PSMA boyanma yoğunluğu ve yüzdesi incelendi. Tümör epitelinde tümör ve tümör-dışı dokuda PSMA salınımına göre vasküler salınım ve yoğunluk skoru analiz edildi. Bulgular Farklı derecelerdeki menengiom preparatlarında yapılan immunohistokimyasal analizler tümör epitelinde ve stromasında PSMA salınım ve yoğunluk skorları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık olmadığını gösterdi (p>0.05). Sonuç Agresif seyreden, rezeke edilemeyen menegiomlarda anjiogeneziste rol alan bazı moleküler biomarkerlar önem kazanmaktadır. Her ne kadar PSMA açısından anlamlı sonuçlar elde edilmemiş olsa da moleküler ve genetik teknikler geliştikçe tümör biyolojisinin ortaya konup potansiyel hedeflerin belirlenmesi yeni tedavi yolları açacaktır.
In this study, the effect of $SnCl_2$ treatment on SnS thin films was investigated. SnS thin films were grown by RF sputtering and $SnCl_2$ treatment was applied by wet chemical processing. While the samples grouped as $SnCl_2$ heat treated and annealed were subjected to annealing in air atm, the as-deposited sample was not applied any annealing process. The as-deposited sample grew in the orthorhombic SnS phase. Annealing of the SnS sample in air environment led to the formation of orthorhombic SnS as well as non-dominant $SnCl_2$ and $SnCl_2$ phases. It was found that applying $SnCl_2$ heat treatment to SnS deteriorated the crystallization and especially the $SnO_2$ oxide phase became more dominant. Raman spectra confirmed the presence of SnS and SnS2 phases in the samples, but no evidence of $SnO_2$ phase was found. SEM images showed bladelike, dense grain formation in the as-deposited and annealed samples. However, $SnCl_2$ heat treatment completely changed the surface morphology of the sample, causing it to transform into a structure consisting of several domains split by deep fractures. EDS revealed a distinct Sn-rich composition of the as-deposited and annealed samples (Sn/S~1.2). On the other hand, $SnCl_2$ heat treatment caused a massive loss of sulphur in the atomic distribution of the SnS and it was seen that the Sn/S ratio increased to around 7.5. The band gaps of the as-deposited and annelaed samples were calculated as 1.43 eV and 1.45, respectively. However, $SnCl_2$ heat treatment led to an increase to 1.56 eV of the band gap. Analysis results show that $SnCl_2$ treatment by the wet processing causes a significant change on the characteristics of SnS thin film. In this context, it can be said that $SnCl_2$ heat treatment can be further improved with optimization processes.
Yenilebilir yabani otlar hem lezzetleri hem de sağlığa faydaları açısından çeşitli yöresel yemekler içerisinde kullanılmaktadır. Zamanla insanların beslenme alışkanlıklarında yaşanan değişimler ve sağlığa faydalı besinlerin tüketilmesine yönelik gelişen eğilimler, ot yemeklerine olan talebi de artırmıştır. Bingöl yöresinde, yılın belirli dönemlerinde tüketilen Çiriş otu da sağlığa faydaları ve yemeklere kattığı lezzet açısından önemli görülmektedir. Bu doğrultuda çalışmanın amacı, çiriş otunun Bingöl mutfak kültüründeki yerinin tespit edilmesidir. Araştırmada nitel araştırma yöntemi kullanılmıştır. İstanbul’da yaşayan, aile kökeni Bingöl olan 11 kadın katılımcıyla görüşmeler gerçekleştirilmiştir. Yarı yapılandırılmış görüşme formuyla katılımcılardan elde edilen veriler betimsel analiz yöntemiyle analiz edilmiştir. Analiz sonucunda katılımcıların çiriş otuyla yapılan yemeklere dair bilgilerinin sınırlı olduğu görülmüştür. Bu kapsamda pilav, kavurma, çorba ve börek olmak üzere çiriş otuyla yalnızca dört yemeğin yapıldığını bildikleri saptanmıştır. Literatürde çiriş otuyla çay yapıldığı ifade edilmiş olsa da katılımcıların tümü çiriş otuyla çay yapmadıklarını belirtmişlerdir. Bir diğer önemli sonuç, katılımcıların otla yapılan yemekleri ailelerinden öğrenmeleridir. Bu durum çiriş otu kültürünün sürdürülebilmesini sağlamıştır. Ancak kültürün sözlü olarak aktarılması yerine tarif kitaplarında yer verilmesinin, otun tanıtımının arttırılmasının, devletin resmi sitelerinde (Kültür Portalı, Bingöl İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü) yer verilmesinin, restoran menülerinde bulunmasının daha etkili olacağı düşünülmektedir.
Bu çalışmada, taze, dondurulmuş, güneşte ve mikrodalga ile kurutulmuş çiriş otundaki (Asphodelus aestivus L.) esansiyel ve esansiyel olmayan aminoasitlerin miktarı Yüksek Performanslı Sıvı Kromatografisi (HPLC) ile belirlenmiştir. Taze çiriş otu’nda esansiyel olmayan aminoasitlerden miktarı en az olan serin iken, en fazla olan ise asparajindir. Esansiyel aminoasitlerden konsantrasyonu en düşük olan arginin iken, en yüksek olan ise histidin olarak bulunmuştur. Koruma yöntemlerinden dondurma işlemi sonucu bütün aminoasit miktarlarındaki değişim taze çiriş otuna göre, istatiki olarak anlamsız bulunmuştur (p>0.05). Güneş ve mikrodalga ile kurutma işlemlerinin sonucu ise esansiyel ve esansiyel olmayan aminoasitlerin miktarlarındaki azalma istatistiki olarak anlamlı bulunmuştur (p<0.05). Bulgular neticesinde amino asit miktarı açısından, uygulanan yöntemlerden en uygun olanının dondurma işlemi olduğu söylenebilir. Mikrodalga ile kurutma güneşte kurutmaya göre zaman açısından daha avantajlıdır.
Beden eğitimi ve spor tipik gelişim gösteren bireylerin eğitiminde önemli olduğu kadar zihinsel engelli bireylerinde eğitiminde önemli rol oynamaktadır. Sadece fiziksel gelişimlerinde değil mental ve sosyal gelişimlerinde büyük önem ifade etmektedir. Zihinsel engelli bireylerin farkındalığı, gelecek nesillerin mimarı olacak öğretmen adayları için büyük önem taşımaktadır. Bu çalışma da lisans düzeyinde eğitim alan öğretmen adaylarının zihinsel engelli bireylerde sporun etkilerine yönelik farkındalık düzeylerinin farklı değişkenler açısından incelenmesi hedeflenmiştir. Örneklemi, evreni temsil edecek biçimde belirlenmiş olup, betimsel nitelikte olan araştırma, genel tarama modelinde desenlenmiştir. Veri toplama aracı olarak demografik özellikler bilgi formunun yanı sıra, İlhan ve Esentürk (2015) tarafından geliştirilen “Zihinsel Engelli Bireylerde Sporun Etkilerine Yönelik Farkındalık Ölçeği (ZEBSEYFÖ)” kullanılmıştır. Araştırmanın örneklemi tesadüfi yöntemle seçilmiştir. Araştırma grubunu 2022-2023 eğitim-öğretim yılında Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi Beden Eğitimi, Fen Bilgisi, İlköğretim Matematik, Okul Öncesi, Sınıf, Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik, Türkçe ve Sosyal Bilgiler öğretmenliği bölümünden toplam 404 öğretmen adayı oluşturmaktadır. Veriler SPSS programı ile analiz edilmiştir. Verilerin çarpıklık-basıklık değerlerine bakılmış ve normal dağılım sergilediği görüldükten sonra parametrik testlerden; “t-testi ve tek faktörlü varyans analizi (One-Way Anova)” testleri uygulanmıştır. Analizler sonucunda; cinsiyet, çevrede zihinsel engelli olma durumu, özel eğitim dersi alma durumu, bölüm, sınıf, yaş değişkenlerine göre anlamlı seviyede farklılık olmadığı görülmüştür. Spor yapma durumuna göre; 1-3 saat yapanların yapmayanlara göre anlamlı seviyede yüksek ortalamaya sahip olduğu görülmüştür. Çıkan sonuçlar doğrultusunda öğretmen adaylarının farkındalıklarını artırmak için; bölüm ayrımı yapılmaksızın öğretmen adaylarının spor yapmaya teşvik edilebilir, ders müfredatlarına mesleki dersler haricinde beden eğitimi dersi eklenebilir. Çalışma sonucumuzun literatüre katkı sağlayacağı düşünülmektedir.
Objective: To evaluate the expression of stanniocalcin-1 (STC-1) and to investigate the correlation of STC-1 with expression of estrogen receptor (ER), progesterone receptor (PR) and clinical parameters, histopathological findings and prognostic factors in endometrioid endometrial cancer (EEC). Materials and Methods: In this retrospective study, STC-1 (cytoplasmic), ER (nuclear), and PR (nuclear) stainings were applied to tissue microarray sections of 89 EEC, 27 endometrial intraepithelial neoplasia (EIN), and 21 normal endometrium (NE). Prognostic factors such as age, tumor size, depth of myometrial invasion, lymphovascular invasion, perineural invasion, and lymph node metastasis were compared with the expression of these markers. Results: ER showed significantly higher positivity in grade 1 EEC. PR expression was also higher in grade 1 EEC, but these findings were not statistically significant. Strong expression of STC-1 was observed in EIN and EECs compared with NE. STC-1 showed low staining in the NE, and high staining was also noted in the EIN foci adjacent to the NE. STC-1 expression was positively correlated with grade 1 EECs. Conclusion: STC-1 expression was positively correlated with low histologic grade in EECs. STC-1 can be used for distinguishing low-grade endometrioid tumors and high -grade endometrioid tumors in curretage specimens. Since STC-1 is related to well differentiated tumors, it can also be regarded as a good prognostic factor in EECs.
Mukoepidermoid karsinom (MEK) tükürük bezinin en sık görülen malign tümörüdür ve en sık parotiste görülür. Onkositik mukoepidermoid karsinom (OMEK) nadir subtiptir. Burada 28 yaşında endometrium kanseri nedeniyle takip edilen kadın hastanın, sağ parotiste izlenen kitlesinin primer tümör mü metastatik tümör mü olduğunu histolojik, immünhistokimyasal ve moleküler sonuçlarıyla sunmayı amaçladık.
Amaç Bu çalışmanın amacı tiroid tümörlerinde Prostat Spesifik Membran Antijen (PSMA) ekspresyonunun ayrıcı tanıdaki yeri ve prognoz üzerine etkisinin araştırılmasıdır. Gereç ve Yöntem Farklı histolojik tipteki 95 tiroid kanseri tanısı alan hastaların parafin bloklarına immünohistokimyasal PSMA ve CD34 uygulandı. Tümöral ve ekstratümoral stromadaki vasküler ekspresyon yüzdesi ve tümör epitelindeki yoğunluk skoru değerlendirildi ve PSMA ekspresyon düzeyine göre gruplara ayrıldı. Nihai PSMA ifadesi, yoğunluk ve yüzde puanları çarpılarak belirlendi. Bulgular Tiroid tümörlerinde yeni damar oluşumu olan alanlarda PSMA ile ekspresyon artışı izlendi. Non-neoplastik tiroid dokusunda PSMA ile vasküler boyanma saptanmadı. Papiller Benzeri Nükleer Özellikler Gösteren Noninvaziv Foliküler Neoplazi (NİFTP) vakalarında agresif tümörlere göre karşılaştırıldığında ekspresyon artışı görülmedi Sonuç PSMA ekspresyon artışının kötü prognozla ilişkili olduğu saptandı ve NİFTP vakalarının diğer tümörler ile ayrımında kullanılabileceği yönünde bulgular saptandı
Objectives: This study aims to evaluate which of the histomorphological criteria defined in labial salivary gland biopsy are more valuable in diagnosing Sjögren’s syndrome (SS) and to examine its correlation with clinical and laboratory findings. Patients and methods: Between January 2005 and January 2019, a total of 927 patients (104 males, 823 females; mean age: 51 years; range, 19 to 85 years) who underwent minor salivary gland biopsies with the suspicion of SS were retrospectively analyzed. The American College of Rheumatology (ACR)/European League Against Rheumatism (EULAR) 2016 classification criteria were used for the classification of SS. We evaluated salivary gland biopsies histomorphologically for the presence and number of lymphocytic focus, as well as chronicity findings (acinar atrophy, ductal dilatation, fibrosis), the presence of lymphocytic infiltration, distribution, localization, ectopic germinal center, and mast cell count. The presence of accompanying diseases, clinical and laboratory findings including age, sex, the presence of dry eye and mouth, and autoantibodies for discriminating SS were noted. Histomorphologically, salivary gland biopsy which fulfilled the adequacy criteria for glandular tissue were compared with the other criteria used to diagnose SS. Results: Strong chronicity and diffuse lymphocytic infiltration were significantly higher in the SS group compared to the non-SS group (p<0.001). Lymphocytic focus score >1 was significantly higher in the SS group compared to the non-SS group (p<0.001). Strong chronicity, acinar atrophy, and ductal dilatation were significantly higher in the SS group compared to the non-SS group (p<0.001). Conclusion: More than one lymphocytic focus is the most valuable finding in diagnosing SS. However, it should be kept in mind that, in cases of SS, ductal dilatation, acinar atrophy, and chronicity may be present without lymphocytic infiltration.
Objective: Liver fibrosis is a common pathological con- dition that can lead to liver failure. Previous studies demonstrated that 5-fluorouracil (5-FU) is an effective agent in preventing fibrosis. This experimental study aimed to evaluate the efficacy of 5-FU therapy on liver fibrosis in rats. Material and Methods: Thirty-eight rats were di- vided into 3 groups: Group 1 (sham-operated, n=10), the bile duct (BD) was exposed but not ligated; Group 2 [bile duct ligation (BDL)-saline, n=14], the BD was ligated and normal saline solution was given; Group 3 (BDL-5-FU, n=14), the BD was ligated and treated with 5-FU. The liver and blood samples were harvested at postoperative day 21. Liver function analyses, tissue hydroxyproline (HP) content, and serum and tissue transforming growth factor beta 1 (TGF-β1) levels were deter- mined. The liver sections were analyzed and percentage of tissue col- lagen content was measured. Results: There were no significant differences between the groups in terms of tissue (p=0.748) and serum (p=0.123) levels of TGF-β1. Mean HP level in the sham-operated, BDL-saline, and BDL-5-FU groups were 253±42 ng/L, 360±32 ng/L and 305±41 ng/L, respectively. 5-FU significantly decreased HP level (p=0.036). Mean percentage of collagen content in the sham-operated, BDL-saline, and BDL-5-FU groups were 0.99±0.39%, 4.92±1.03%, and 2.62±0.64%, respectively. 5-FU significantly reduced collagen ac- cumulation (p<0.001). Conclusion: 5-FU has a preventive effect on liver fibrosis in rats. This result suggests that 5-FU can be a potential agent for prevention of liver fibrosis in clinical practice
Amaç: Araştırmanın amacı, bir eğitim ve araştırma hastanesinde hemşirelerin olumlu çalışma ortamı ile otantik liderlik algılarını belirlemek ve otantik liderlik algılarının olumlu çalışma ortamına etkilerini değerlendirmektir. Yöntem: Kesitsel, tanımlayıcı ve ilişki arayıcı nitelikte olan araştırma, İstanbul’da bir eğitim ve araştırma hastanesinde çalışan 173 hemşire ile yürütülmüştür. Araştırmada kişisel ve mesleki özelliklere ilişkin anket formu, “Otantik Liderlik Ölçeği” ve “Hemşirelik İş İndeksi-Hemşirelik Çalışma Ortamını Değerlendirme Ölçeği” kullanılmıştır. Veriler, tanımlayıcı istatistiksel yöntemler, Pearson korelasyonu ve regresyon analizi kullanılarak analiz edilmiştir. Bulgular: Araştırmaya katılan hemşirelerin %50,3’ünün 26-35 yaş aralığında, %71,7’sinin lisans mezunu olduğu ve %21,9’unun yoğun bakım servislerinde çalıştığı belirlenmiştir. Hemşirelerin “Hemşirelik İş İndeksi Çalışma Ortamı Değerlendirme” ölçeğinin toplam puan ortalaması 2,29 ± 0,52 (1-4) ve “Otantik Liderlik” ölçeğinin toplam puan ortalaması 3,26 ± 0,78 (1-5) olarak saptanmıştır. Hemşirelik çalışma ortamı genel algı düzeyi ile otantik liderlik genel algı düzeyi arasında zayıf düzeyde olumlu bir ilişki bulunmuştur (r=0,31; p<0,001). Yapılan regresyon analizine göre otantik liderlik algıları hemşirelerin çalışma ortamı algılarının %9’nu açıklamaktadır (F=18,23; p<0,001). Sonuç: Hemşirelerin otantik liderlik ve çalışma ortamı algılarının orta düzeyde olduğu belirlenmiştir. Hemşirelerin otantik liderlik algıları, olumlu çalışma ortamı algılarını artırmaktadır. Yöneticinin otantik lider olarak algılanması, çalışma ortamının olumlu algılanmasına neden olmaktadır. Özellikle sağlık kuruluşlarında yöneticiler otantik liderlik becerilerini geliştirerek ve sergileyerek olumlu çalışma ortamı oluşturabilirler.
Bu çalışmanın amacı; “Üniversite Öğrencilerinin Gelecek Kaygısını” belirlemeye yönelik geçerli ve güvenilir bir ölçme aracı geliştirmektir. Araştırmanın örneklemini İstanbul’da eğitim veren bir Vakıf Üniversitesinin Sağlık Bilimleri Fakültesinde bulunan 365 öğrenci oluşturmuştur. Veri toplama aracı olarak literatür doğrultusunda 37 maddelik bir madde havuzu oluşturulmuş ve ölçeğin geçerlik ve güvenirlik çalışmaları yapılmıştır. Veriler SPSS 21 ve AMOS paket programları aracılığıyla analiz edilmiştir. Güvenirliği değerlendirmek için iç tutarlılık ve test-tekrar test kullanılmıştır.SPSS programı ile açımlayıcı faktör analizi; AMOS programı aracılığıyla da doğrulayıcı faktör analizi yapılmıştır. Analiz sonucunda “Gelecek Korkusu” ve “Gelecekten Umutsuzluk” olmak üzere iki faktör altında toplanan ve 5’li Likert tipinde 19 maddeden oluşan “Üniversite Öğrencilerinde Gelecek Kaygısı” ölçeği geliştirilmiştir. Ölçeğin açıkladığı toplam varyans oranı %63.50 ve iç tutarlık katsayısı 0.91’dir. Test- retest için ölçek iki hafta arayla aynı gruba uygulanmış ve korelasyon katsayısı anlamlı bulunmuştur. Doğrulayıcı faktör analizi ile iki faktörlü bir yapı doğrulanmıştır. Araştırma sonucunda geliştirilen Gelecek Kaygısı Ölçeğinin üniversite öğrencilerinin gelecek kaygısı düzeylerini belirlenmede geçerli ve güvenilir bir ölçüm aracı olduğu saptandı.
Amaç Gliomalar farklı dereceleri ile en sık karşılaşılan primer beyin tümörleridir. Özellikle yüksek dereceli olanlarda tümör anjiogenezi hem ana komponenetlerden biri, hem de prognoz açısından değerli bir belirleyicidir. Bu çalışmada, farklı hedef tedavileri belirleyebilmek için immunohistokimyasal metod ile glial tümörlerde prostat spesifik membran antijeni (PSMA) salınımını değerlendirmeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem Derece II (n=22), Derece III (n=19) ve Derece IV (n=52) glial tümörlü 93 hastadan alınan örneklerde PSMA antikorları immunohistokimyasal metod ile incelendi. Tümör dokusundaki PSMA boyanma yoğunluğu ve tümör epitelleri incelendi. Tümör epitelinde tümör ve tümör-dışı dokuda PSMA salınımına göre vasküler salınım ve yoğunluk skoru analiz edildi. Bulgular Yüksek dereceli gliomalarda, vasküler PSMA boyanma yüzdesi ve vasküler yoğunluk skoru düşük derecelilere göre anlamlı olarak daha yüksek (p<0,005) bulundu. Tümör epitelinde vasküler PSMA boyanma yüzdesinde (p<0,05) düşük derecelilerde anlamlı bir yükseklik (p<0,05) olmasına rağmen, yüksek derecelilerde görülen vasküler yoğunluk yüzdesindeki yükseklik anlamlı değildi. Sonuç Yüksek dereceli glial tümörlerde neovaskülarizasyonun fazla olması ile PSMA ekspresyon yüzdesi ve yoğunluğunun anlamlı şekilde yüksek bulunması bu tümör grubunda PSMA’ne yönelik tedavi edici ajanların etkili olabileceğini göstermektedir.
In this study, the effect of sulfurization temperature on properties of SnS thin films was investigated. The SnS thin films were fabricated by two-stage method includes deposition of SnS films by magnetron sputtering using a single SnS target, followed by annealing/sulfurization treatment in Rapid Thermal Processing (RTP) system at 225, 300 and 375 °C temperatures. Several characterization techniques such as XRD, Raman spectroscopy, EDX, optical transmission and Van der Pauw were used for analyses of the films. The EDX analyses showed that all the samples had almost stoichiometric (S/Sn~1) chemical composition. However, the amount of sulfur in the samples increased slightly as the sulfurization temperature increased. XRD pattern of the films exhibited constitution of orthorhombic SnS structure regardless of annealing temperature. The SnS2 secondary phase was observed in addition to orthorhombic SnS phase in the sample annealed at highest reaction temperature (375°C). Raman spectroscopy measurements of the films verified constitution of orthorhombic SnS structure. The band gap of the films exhibited distinction from 1.42 to 1.81 eV regarding to annealing temperature. The electrical characterization of the most promising SnS thin film sulfurized at 300°C had resistivity and charge carrier concentration values 1.07x104 Ω.cm and 1.70x1014 cm-3, respectively. Based on the all characterizations, it can be deduced that SnS thin film sulfurized at 300°C exhibited more outstanding structural and optical properties for potential solar cell applications.
Objective: The aim of this study; comparison of fracture strength of monolithic zirconium, nanohybrid ceramic and modified polyetheretherketone (PEEK) endocrowns produced with computer-aided design/computer-aided manufacturing (CAD/CAM) system. Materials and Methods: Thirty permanent human first molar teeth of identical anatomical size were collected. After root canal treatment and endocrown preparation were applied to the teeth, they were divided into three groups (n=10). PEEK coping, nanohybrid ceramic and monolithic zirconium, endocrowns were produced by digital methods for each group. The infrastructure of the PEEK group was completed with 1 mm composite to be the same size as the other groups. Cement gap was determined as 100 μm. After cementation of the endocrowns, the specimens were placed in a chewing simulator, equivalent to 6 months of clinical use. For the fracture strength test, the specimens placed on the universal test device were loaded with a head speed of 1 mm/minute until they broke and the specimens were examined under a stereomicroscope to determine the failure type. Statistical analysis of test data was performed. Results: The highest mean fracture strength of the monolithic zirconium endocrown group (2496.5±189.12 N), secondly, modified peek endocrown group (1728.2±139.26 N) and nanohybrid ceramic endocrown group (1248.8±107.6 N) were determined as the lowest. A statistically significant difference was found between the groups in terms of fracture strength (p<0.05). Conclusion: Modified peek, nanohybrid ceramic, monolithic zirconium endocrowns can be an effective option for the restoration of root canal treated molar teeth with excessive material loss.
Amaç: Bu çalışma, salgın sürecinde görev yapan hemşirelerde yöneticiye duyulan güven ile işten ayrılma niyeti arasındaki ilişkiyi incelemek amacıyla yapılmıştır. Yöntem: Tanımlayıcı ve ilişki arayıcı nitelikteki çalışma, İstanbul ilinde yer alan ve salgın sürecinde yoğun hizmet veren bir hastanede çalışmakta olan 211 hemşire ile yürütülmüştür. Araştırmada, tanımlayıcı bilgilere ilişkin “Anket Formu”, “Örgütsel Güven Ölçeğinin Yöneticiye Güven Alt Boyutu” ve “İşten Ayrılma Niyeti Ölçeği” kullanılmıştır. Veriler, tanımlayıcı istatistiksel yöntemler, bağımsız gruplar t testi, Pearson korelasyonu ve basit doğrusal regresyon analizi ile değerlendirilmiştir. Bulgular: Çalışmaya katılan hemşirelerin %37,4’ü 18-25 yaş aralığında, %82,5’i kadın, %57,8’inin bekar, %63,3’ünün lisans mezunu olduğu ve %16,6’sının Korana virüse yakalanan hastaların yatırıldığı servislerinde çalıştığı belirlenmiştir. Hemşirelerin “Yöneticiye Güven Alt Ölçeği” puan ortalaması 3,77±1,45 (1-6) ve “İşten Ayrılma Niyeti Ölçeği” puan ortalaması 7,11±3,40 (3-15) olarak belirlenmiştir. Yöneticiye güven ile işten ayrılma niyeti arasında ters yönde zayıf düzeyde bir ilişki (r=-0,18, p=0,006) saptanmıştır. Yapılan basit doğrusal regresyon analizine göre hemşirelerde yöneticiye duyulan güven, işten ayrılma niyetinin yaklaşık olarak %3’üçünü açıklamaktadır (F=7,613 ve p=0,006). Sonuç: Bu çalışmada, hemşirelerde yöneticiye duyulan güven artıkça işten ayrılma niyetinin az da olsa azaldığı belirlenmiştir. Salgın sürecinde hemşirelerin işten ayrılma niyetini azaltmak için yönetici hemşirelerin olumlu ve destekleyici bir tutum sergileyerek güven ortamı oluşturmaları gerekmektedir.
Prostate-specific membrane antigen (PSMA) is a transmembrane protein expressed in prostate cancer. It is, however, also expressed in the neovasculature of some non-prostatic solid tumors. Carotid body paragangliomas (CBPs) are highly vascular neoplasms. In this study, we aimed to investigate the possible role of PSMA expression in CBPs. There are no studies in the literature that report to have investigated the relationship between PSMA and CBPs. Methods: This study is a retrospective analysis of cases diagnosed with CBP based on their demographic, clinical, radiological, surgical and immunohistochemical findings. Immunohistochemical examination results of Ki-67, S100, synaptophysin, chromogranin were retrieved from patient files. Then, the paraffin blocks of CBPs specimens, stained by PSMAantibody by immunohistochemical methods were examined histopathologically. Results: The number of patients operated on for CBP was 12 (four men and eight women). Ten out of 12 specimens were suitable for staining and histopathological examination. Capsular and/ or vascular invasions of tumors were seen in complicated cases. Intratumoral vascular PSMA expression was seen in all specimens except one. Extratumoral vascular PSMA expression was not detected in any of the cases. Tumoral cell PSMA staining was seen in six of ten cases. Conclusion: We found higher intratumoral vascular expressions of PSMA nearly in all CBPs, but we could not assess the statistical significance because of the small number of specimens. These data might be a guide for future studies that are planned for either diagnostic or therapeutic approaches to CBPs
Onikişubat yöresinde (Kahramanmaraş) doğal olarak yetişen ve gıda olarak tüketilen bazı doğal bitki taksonlarına ait yöresel tarifleri tespit etmek amacıyla yapılmıştır. Çalışmada veri toplama aracı olarak 10 soruluk anket formu kullanılmıştır. Anket uygulaması kırsal kesimde yaşayan 101 kişiyle yapılmıştır. Anket sonucunda 9 bitki taksonu belirlenmiştir. Belirlenen bitkiler 2019 yılı vejetasyon döneminde toplanmıştır. Çalışma sonucunda yemek yapımında kullanılan bitkiler;ışgın (Pistacia terebinthus L. subsp. palaestina (Boiss.) Engler), tırşik (Arum maculatum L.), yarpuz (Mentha pulegium L.), ebegümeci (Malva sylvestris L.), gelinali (Papaver rhoeas L.), semizotu (Portulaca oleracea L.), su teresi, ıspatan (Nasturtium officinale R.Br.), ısırgan (Urtica dioica L.), çiriş (Asphodelus aestivus Brot.)’dir. Bu doğal bitkiler, sağlıklı ve doğal beslenmenin yanı sıra yöre halkı tarafından ekonomik kazançta sağlamaktadır. Onikişubat yöresinde doğal olarak yetişen bitkilerin gıda olarak tüketilmesi ve gelecek nesillere bu bilgilerin aktarılması amacıyla bu bitkilerle yapılan yöresel tariflere yer verilmiştir. Pistacia terebinthus’tan yapılan dürüm ve Mentha pulegium’dan yapılan çorba literatüre kazandırılmıştır.
Amaç: Bu çalışmanın amacı, hemşirelerde lider üye etkileşiminin sanal kaytarma davranışı üzerine etkisi olup olmadığını belirlemektir. Gereç ve Yöntemler: Tanımlayıcı ve ilişki arayıcı nitelikteki araştırma İstanbul ilinde bulunan bir kamu hastanesinde çalışmakta olan 148 hemşire ile gerçekleştirilmiştir. Verilerin toplanmasında Bilgi Formu, Lider-Üye Etkileşiminin Çok Boyutluluğu Ölçeği ve Kişisel İnternet Kullanma Eylemleri Ölçeği kullanılmıştır. Verilerin analizinde tanımlayıcı istatistikler, Pearson Korelasyonu, t-testi, Tek yönlü (One Way) ANOVA testi, Pearson Korelasyon Analizi, Linear Korelasyon Analizi ve Scheffe testi kullanılmıştır. Veriler, SPSS programı ile analiz edilmiştir. Bulgular: Araştırma sonuçlarına göre hemşirelerin algıladıkları lider-üye etkileşimi orta düzeyde (2,97±1,10) belirlenirken mesai saatleri içinde kişisel internet kullanma eylemleri zayıf (2,18±0,60) olarak belirlenmiştir. Araştırmada lider-üye etkileşimi genel düzeyi ile mesai saatleri içinde kişisel internet kullanım etkinlikleri genel düzeyi arasında çok zayıf, pozitif yönde anlamlı ilişki olduğu saptanmıştır (r=0,18; p=0,033). Lider-üye etkileşimi ile mesai saatleri içinde kişisel internet kullanma etkinlikleri arasındaki neden sonuç ilişkinin belirlemek üzere yapılan regresyon analizi istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (F=4,65; p=0,033). Hemşirelerin algıladığı lider-üye etkileşim düzeyinin mesai saatleri içinde kişisel internet kullanım etkinliklerini artırdığı belirlenmiştir (ß=0,097). Sonuç: Bu araştırmanın sonucunda, hemşirelerde algılanan lider-üye etkileşim düzeyinin sanal kaytarma davranışını düşük düzeyde etkilediği belirlenmiştir.

/ 4
2 / 4