37 sonuç

Tarama Sonuç Kümeleri
Tümünü Listeye Ekle
The Anamas Block is located at the apex of the Isparta Angle which is one of the most important tectonic structures of Anatolia. The Isparta Angle, which has a complex tectonic structure, was formed as a result of compressional and extensional tectonic events that initiated from the Late Cretaceous continuing to the present. The GPS and kinematic data indicate the Anamas Block currently rotates clockwise due to the impact of the normal faults (Beyşehir Gölü and Sarıidris) with a minor right lateral strike-slip component on the east and west boundaries, while it is moved to the southeast by the effect of the normal fault (Gelendost) bounding the block from the north. In this study, paleoseismological trench investigations were carried out on the Sarıidris, Gelendost and Beyşehir Gölü faults. Data related with activity and fault kinematics of all three faults during the Late Pleistocene-Holocene period was collected on the trench walls. Sedimentological and structural evidences were observed for one earthquake on the Sarıidris, Beyşehir Gölü faults, and two earthquakes on the Gelendost Fault, which resulted in surface rupture during the Late Pleistocene-Holocene period.
Koyunlarda sarkoptik uyuz klinik olarak belirlirtileri şiddetli seyreden bulaşıcı bir deri enfestasyonudur. Bu çalışmanın amacı sarkoptik uyuz tanısı konulan koyunlarda verilen nutrisyonel sağaltımın klinik etkinliğinin gözlemlenmesidir. Bu amaçla araştırmaya klinik bulguları gösteren ve deri kazıntılarında doğal Sarcoptes spp. uyuzu ile enfekte olduğu belirlenen 4 adet dişi koyun dahil edilmiştir. Sarkoptik uyuzlu her koyuna Curcuma longa (Turmeric, Zerdeçal) ve Silybum marianum (Milk Thistle, Deve Dikeni) ekstraktı sağaltım prosedürü 0. ve 5. günlerde 2 kez uygulanarak klinik indeks ve dışkı skorlaması belirlendi. Araştırmamızda bitkisel ürünlerden hazırlanan formülasyonların 0. ve 5. gün uygulamalarından sonra klinik skorun kısa süre içerisinde hızla gerilediği gözlemlendi. Sonuçlar koyunlarda bitkisel kombine ürünler sarkoptik uyuzun sağaltımına güvenle eklenebileceğini gösterdi.
Objective: Ventricular extrasystole is one of the most common rhythm disorders in children, and almost all of them are characterized by normal cardiac functions without structural cardiac abnormalities. The aim of this study was to assess the clinical course of ventricular extrasystole in children who did not have cardiac structural abnormalities. Materials and Methods: This retrospective study analyzed 24-hour rhythm Holter recordings performed in our clinic in children. Patients diagnosed with isolated ventricular extrasystole in Holter records and without structural heart disease on echocardiography were included in the evaluation. Results: A total of 20 160 Holter results were evaluated in the study, and 226 patients (male; 66%) met the criteria. The mean follow-up time was 8.7 ± 3.2 years. While 81.8% of the patients were asymptomatic, the most common symptom was palpitation and 5 patients had syncope. Of the patients, 72 (31.8%) received medical therapy. Beta-blockers were the most often pre- scribed medication. Cardiomyopathy did not develop in any of the patients during the follow- up period. A partial reduction in the frequency of ventricular extrasystole was observed in 42% of the patients, while complete recovery was observed in 22%. Conclusion: Ventricular extrasystole in children generally has a good prognosis; most of them are asymptomatic, and the rates of spontaneous regression over time are quite high, regard- less of the origin.
Düşüncelerin tarihi seyirleri içerisinde zaman zaman etkileşime girdiği ve bunun sonucunda benzerlikler ve farklılıkların oluştuğu bir gerçektir. Bu çalışmada Yeni Platonculuğun kurucusu Plotinus ve yarı dinsel yarı felsefi düşünce hareketi olan erken dönem Gnostik Hıristiyan akımlarından Basilidenyanizm, Valentinyanizm ve Marcionizm’in Tanrı öğretilerini karşılaştırmalı bir analize tabi tutmaktır. Bu bağlamda Yeni Platonculuk ve bu akımların hem inanç ve düşüncelerini açıkladık hem de bunlar arasındaki benzerlik ve farklılıkları tespit etmeye çalıştık. Çünkü Plotinus’un ortaya koyduğu öğretiler ve Gnostik düşünce arasında Tanrı, İlahi varlıklar, dualist düşünce ve âlem anlayışları bakımından ortak özelliklerin olduğunu düşünüyoruz. Bununla birlikte maddi âlem, Demiurge, âlemin meydana gelişi, değeri, yükseliş ve düşüş gibi konularda bazı farklılıklar bulunmaktadır. Plotinus Yunancada dokuzluklar anlamına gelen Ennead’ları yazmıştır. II. Ennead’ın dokuzuncu kitabında Gnostiklere yer vererek onların metafizik ve bilgi kuramlarını eleştirmiştir. Plotinus her ne kadar Gnostikleri eleştirse de onlarla arasında bazı önemli benzerlikler bulunmaktadır. Bu bağlamda Plotinus’un erken dönem Gnostiklerine yöneltmiş olduğu bir kısım iddiaların doğru ve yerinde olduğu kanaatindeyiz. Gnostiklerin Platonik düşünceci Hıristiyan inancını temellendirmek ve yorumlamak için kullandıklarına tanıklık ediyoruz. Bunu yaparken Platon düşüncesindeki kavramları çarpıttıklarını ve dahası onlara mistik bir form kazandırdıklarını söyleyebiliriz. Bu sebeple bugünkü Hıristiyan teolojisinin felsefi arka planında nispeten çarpıtılmış veya en iyimser ifadeyle bağlamında koparılmış Platonik felsefi kavramlar olduğunu söylemek mümkündür. Özellikle Tanrı, doğaüstü âlem, kutsal varlıklar, Tanrı-doğa ilişkisi gibi problemler bu tartışmada belirleyici bir nitelik taşımaktadır. Bugün Batı düşüncesinde sıklıkla ele alınan panteizm ve panenteizm gibi konularında bu kapsamda ele alınması ve felsefi ve teolojik kökenlerinin bu guruplar arasındaki tartışmalarda sürülmesi mümkündür. Bu etkileşimin boyutları ve derinliği ayrı bir çalışma konusudur. Bu çalışmayla Yeni Platonculuğun sonraki din ve felsefeler üzerindeki etkilerinin izini sürmek, din ve felsefenin önemli bir konusu olan Tanrı anlayışının ikinci yüzyılda ortaya çıkmış iki gelenekte nasıl yorumlandığını tespit etmeyi amaçlıyoruz. Bu araştırmayla Yeni Platonculuğun ana damarı olarak kabul edilen Yüce varlık, Bir ve Sudur öğretisinin hem Plotinus’un hem de ilk dönem Gnostik gruplar için en önemli düşünsel kodlarından olduğu, her iki sistemin metafizik konularda dualizme benzer yorumlar getirdikleri ve etkilenimde bulundukları ancak madde dünyasında birbirinden oldukça ayrıştığı sonucuna varılmıştır. Bu araştırmada özellikle birinci tür kaynaklara müracaat etmeye çalıştık. Bu sebeple özellikle Platon’un kendi eserleri ve Plotinus’un Enneadlar’ı bizim için önemli bir referans kaynağı olmuştur. Ayrıca Platon ve Plotinus üzerine yapılmış nitelikli ikincil kaynakları da kullandık. Bununla birlikte diğer Gnostik guruplarla ilgili yeteri kadar orijinal ve otantik kaynak bulunmadığı için mümkün mertebe yakın dönem kaynaklarına müracaat ettik. Son dönemlerde akademik çevrelerde Gnostik düşünce hayli ilgi görmektedir. Bizde bu araştırmada Gnostikler üzerine yapılmış akademik çalışmalara da yer vermeye çalıştık. Bu araştırma yukarıda ifade ettiğimiz bazı tartışmalara kaynaklık edecek niteliktedir. Gnostiklerin Platonik felsefeyi ne ölçüde doğru anladıkları ve Platonik kavramların otantik anlamlarına ne ölçüde sadık kalıp kalmadıkları ayrı bir çalışma konusudur. Aynı durum Plotinus içinde geçerlidir. Buradan hareketle Platon ve Neo Platonizmden etkilenen İslam Meşşai ve İşraki filozoflarınında bu etkileşimden ne ölçüde pay aldıkları ve özgün fikirler ortaya koydukları da İslam felsefesi araştırmacılarının üzerinde durması gereken bir konudur.
Planlanan çalışmada buzağı ishallerinde koruyucu ve tedavi etkinliği bilinen klinoptilolitin (zeolit)’ in abomazal boşalma oranına etkisinin belirlenmesi amaçlandı. Bu kapsamda holstein ırkı, her iki cinsiyetten, süt emme dönemindeki buzağılardan eşit sayıda (n=7) 2 grup olarak belirlendi. Zeolit grubunda bulunan buzağılara süt içerisine zeolit (1 gr/kg) ve asitaminofen (50 mg/kg) ilavesi, kontrol grubuna ise yalnızca asetaminofen ilavesi yapıldı. Kan örnekleri uygulama öncesi 0. dk ve uygulama sonrası 30., 60., 90., 120., 180., 240. ve 300., dakikalarda olacak şekilde alındı. Plazma asetaminofen konsantrasyonlarının zamana bağlı plazma seviyelerinde değişimler göz önüne alındığında, zeolit ve kontrol grubu buzağıları arasında çalışma sonunda anlamlı değişimlerin bulunmadığı belirlendi. Diğer taraftan her iki grubun maksimum konsantrasyona ulaşma süreleri incelendiğinde Tmax süresinin kontrol grubunda bulunan buzağılara göre anlamlı derecede düşük olduğu ve zeolit uygulanan buzağılarda asetaminofen emilimin daha yüksek olduğu gözlemlendi. Zeolit uygulanan buzağılarda abomazal boşalma zamanı kontrol grubu buzağılarına göre istatistiksel önem oluşturmayacak seviyede daha kısa sürede gerçekleştiği tespit edilmiştir. Bu nedenle ishale karşı profilaktik ve terapötik etkisi bulunan zeolitin, abomazal boşalma üzerine olumsuz bir etki oluşturmadığı ve güvenle kullanılabilecek bir ajan olduğu söylenebilir.
Purpose: The multidrug resistance 1 (MDR1) gene expression and its epigenetic status may be an important factor in the chemotherapeutic resistance of glioblastoma (GB). The aim of this study was to analyze the effect of the MDR1 promoter methylation status on GB tumor tissue related with patient survival, chemotherapy resistance, and recurrence of the disease.Materials and methods: Thirty-six patients underwent surgery for GB at the Neurosurgery Department of Ankara University School of Medicine. The patients’ clinical information and the MDR1 methylation status of the tumor tissues was compared to determine the effects on patient survival, chemotherapy resistance, and tumor recurrence.Results: Patients with MDR1 methylated GB had statistically significantly (p<0.001) shorter survival times. Early recurrence was detected in 25% of the patients with unmethylated tumor tissues and in 39.3% with hemimethylated tumor tissues.Conclusion: Instead of using the standard chemotherapeutics in all the patients with GB, tissue-specific medications must be chosen while taking into consideration the epigenomic characteristics and expression status of the tumor because of the genetic heterogeneity of GB. This is the first study to show the association between MDR1 promoter methylation and the clinical data of GB in the literature.
Şehirler, ormanlar, denizler ve gökyüzünün oluşturduğu insanı kuşatan varlık dünyasına çevre denilmektedir. Bu mekanlar insan gibi tüm canlıların yaşam alanıdır. İnsan bu alanların bir parçası olmasına rağmen zamanla buralara zarar vermeye başladı. Teknik ilerlemeye paralel olarak ağaçlar kesildi, toprak ve sular kirlendi ve gökyüzü zehirlendi. Çevre sorunları insanın ve tüm canlı türlerinin geleceğini yok ediyor. Bu sebeple düşünürler yaşanan bu sorunların üstesinden gelmek için çözüm üretmeye başladılar. Bu amaçla yeni çevre kuramları ve çevre ahlakı ilkeleri geliştirdiler. Bu süreçte şüphesiz insanlığa yol gösteren ve evrensellik iddiasında bulunan İslam inancının da yaşanan sorunlara yönelik çözüm önerileri bulunmaktadır. Gerek Kuran-ı Kerim’de ve gerekse Hz. Muhammed’in yaşamında çevre önemli bir yere sahipti. Ancak dönemleri itibariyle yıkıcı çevre felaketleri olmadığı için İslam âlimleri konuya yönelik sistematik bir söylemde bulunmadılar. Ancak bugün Müslümanların çevreye nasıl bakmaları gerektiğine dair sistematik bir çevre kuramı oluşturma zorunluluğu doğmuştur. Çünkü birçok akademik sirkülerde İslam dininin çevre ilkeleri sıklıkla sorulmaktadır. İşte biz bu makalede İslam çevre ahlakına dair bir yöntem ve kuram geliştirme denemesinde bulunacağız. İddiamız görece olup bu konuda çalışma yapmak isteyen bilim insanlarına perspektif sunma amacı taşımaktadır.
The aim of this study was to determine 25-hydroxy vitamin D3 levels in diarrhoeic goat kids. For this purpose, blood sample witdrawn from 10 diarrhoeic goat kids (Group I) and 10 healthy goat kids (Group II). Diagnosis of giardiasis was performed with multiple methods including microscopic examination and rapid test kits. Mean 25- hydroxy vitamin $D_3$ levels were determined as 33,37 ng/mL in diarrhoeic goat kids and 86,78 ng/mL in control and that is found to statistically significant (p<0.001). Consequently, it was convinced that giardiasis-related intestinal malabsorption may cause severe reduction in vitamin D levels and vitamin D supplement should be administered proper and sufficient doses due to anti-microbial effect with anti-giardial medication in treatment regime
Müdahalelerin yayınlanmış ayrıntılı açıklaması olmadan, klinisyenler ve hastalar, yararlı olduğu gösterilen müdahaleleri güvenilir bir şekilde uygulayamaz ve diğer araştırmacılar araştırma bulgularını tekrar edemez veya bu bulgulara güvenemez. Bununla birlikte, yayınlardaki müdahalelerin tanımlanmasının kalitesi oldukça düşüktür. Müdahalelerin raporlanmasının eksiksizliğini ve nihayetinde tekrarlanabilirliğini iyileştirmek için, uluslararası uzmanlar ve paydaşlar grubu Müdahale Tanımlama ve Tekrarlama Şablonu (TIDieR) kontrol listesi ve rehberini geliştirdi. Bu süreç, ilgili kontrol listeleri ve araştırmaların literatür incelemesini, madde seçimine rehberlik etmek için uzmanların katıldığı uluslararası panelin Delphi anketini ve yüz yüze panel toplantısını içeriyordu. Ortaya çıkan 12 maddelik TIDieR kontrol listesi [kısa adı, neden, ne (malzemeler), ne (prosedür), kim sağladı, nasıl, nerede, ne zaman ve ne kadar, uyarlama, değişiklikler, ne kadar iyi (planlanan), ne kadar iyi (gerçekte)] CONSORT 2010 (madde 5) ve SPIRIT 2013 bildiriminin (madde 11) bir uzantısıdır. Kontrol listesi özellikle çalışmalar üzerine odaklanırken, kılavuz ise değerlendirme içeren tüm araştırma tasarımlarına uygulanması hedef alınarak hazırlanmıştır. Bu makale, TIDieR kontrol listesini ve kılavuzunu, her maddeyi açıklayıp detaylandırarak iyi raporlama örnekleri ile birlikte sunmaktadır. TIDieR kontrol listesi ve kılavuzu, müdahalelerin raporlanmasının kalitesini arttırmakla beraber araştırmacıların müdahalelerini yapılandırmasını, hakemlerin ve editörlerin açıklamaları değerlendirmesini ve okuyucuların bu bilgileri kullanmasını kolaylaştıracaktır.
In the present study the aim was to determine the relationship between plasma vitamin D3 and fibrinogenconcentrations of calves with diarrhea. İn this context, calves neonatal diarrhea (n = 100) and healthy (n = 20)ones were enrolled. Diarrheic calves were enrolled into two intra-groups of mono and co-infected, then monoinfected calves and co-infected calves were divided into subgroups according to E. coli, Rotavirus, Coronavirus,Cryptosporidium sp., and Giardia sp., and Rotavirus + Cryptosporidium sp. and E. Coli + Cryptosporidium sp. Itwas determined that 6% of the calves were infected with and E.coli, 13% Rotavirus, 6% Coronavirus, 6% Giardiain mono-infected ones and 11% E.coli + Cryptosporidium sp., and 22% Rotavirus + Cryptosporidium sp., withco-infection and 17% healthy. According to healthy calves, mono-infected and co-infected calves had significantlyhigher fibrinogen concentrations, whereas 25 (OH) D3 levels were significantly lower in both groups than healthycalves. There was a negative correlation between fibrinogen and 25 (OH) D3 concentrations (r = - 403, p <0.05)in calves with diarrhea. As a result, 25 (OH) D3 concentrations decreased in diarrhea calves due to the presenceand severity of the infection.
Travmatikbeyin hasarına bağlı olarak insanlarda ve hayvanlarda değişen derecelerde bilinç kaybı ve azalması, zihinsel durum değişiklikleri ve intrakraniyal lezyonlar şekillenebilmektedir. Sunulan çalışmada, klinik muayenesinde nörolojik bulgular saptanan 20 günlük Saanen ırkı bir oğlakta kafa travmasına bağlı olarak gelişen olası amnezi olgusu ve sağaltım girişimlerinin değerlendirilmesi yapıldı. Sonuç olarak travma geçmişi olan hastalarda sağaltım girişimi açısından beşerî hekimlikte ve hayvan modellerinde kullanılan travma skala ve testlerin rutin uygulamaya sokularak prognozun belirlenmesinde yardımcı olabileceği düşünüldü.
Orhaneli Fayı, Biga Yarımadası’nda yer alan yaklaşık 30 km uzunluğunda, ters bileşeni baskın, sağyönlü doğrultu atımlı bir faydır. Kuvaterner yaşlı Orhaneli Havzası’nın güney sınırını bu fay kontroletmektedir. Bununla birlikte söz konusu fay aynı zamanda Tavşanlı Zonu’na ait metamorfi k kayaçları,Kretase yaşlı ofi yolitik birimleri ve Neojen/Kuvaterner yaşlı sedimanları kesmekte olup havafotoğrafl arında ve arazide belirgin çizgiselliği ve fay sarplıkları ile kolayca takip edilebilmektedir.Fay boyunca gözlenen uzamış sırtlar, ötelenmiş vadiler ve topoğrafi k boyunlar, fayın aktivitesineişaret eden önemli jeomorfolojik unsurlardır. Bu çalışmada Orhaneli Fayı üzerinde gerçekleştirilmişolan ilk paleosismolojik çalışmaların sonuçları yer almaktadır. Bu kapsamda fay üzerinde iki adethendek açılmıştır. Serçeler ve Kusumlar olarak adlandırılmış bu hendeklerde, Tavşanlı Zonu’na aitmetamorfi k kayaçların fay tarafından Kuvaterner yaşlı sedimanlar üzerine itildiği belirlenmiştir.Yapılan çalışmada, Kuvaterner’de yüzey yırtılmasıyla sonuçlanmış dört büyük depremin izlerinerastlanmıştır. Serçeler hendeğinde, en eski depremin MÖ 22.000±3.200 ile MÖ 6.600±800 arasında,son depremin ise MÖ 770-415 den önce gerçekleştiği belirlenmiştir. Kusumlar hendeğinde ise, eneski depremin MÖ 6.600 ile MÖ 3.085 arasında, son olayın ise MS 650 tarihinden sonraki birdönemde gerçekleştiği belirlenmiştir. Söz konusu eski depremler arasında tekrarlanma periyodunailişkin bir yorum yapılamamıştır. Bu çalışma ile Orhaneli Fayı’nın Holosen aktivitesi kanıtlanmıştır.Toplam uzunluğu 30 km olan ve iki segmentten oluşan bu fayın tek parça halinde kırılması halinde,Mw= 6,87 büyüklüğünde bir deprem üretme potansiyeline sahip olduğu belirlenmiştir.
Bu proje deniz seviyesinden yüksekliği 1770m olan ve Çanakkale ve Balıkesir illerinin sınırları içinde bulunan Kaz Dağı?ndaki Güvercinkaya Mağarası sucul ekosisteminin araştırılmasını kapsamaktadır. Devamlı bir su rejimine sahip olan bu karstik mağaranın hidrojeokimyasal, biyolojik (sucul makroomurgasızlar) ve mikrobiyolojik farklı disiplinlerce araştırılması kökeni, kalitesi ve barındırdığı biyolojik çeşitliliğinin bilinmesi bakımından önem taşımaktadır.Bu proje çalışmasına konu olan Güvercinkaya Mağarası sucul biyotopunda yaşayan makroomurgasız canlılarını, yer altı suyunun fiziksel-kimyasal özellikleri ile bakteriyolojik bulaşmayı belirlemek için mağara içi ve dışındaki belirli noktalardan bir hidrolojik yıl boyunca 2 ayda bir olacak şekilde toplam 6 kez su ve makroomurgasız faunası örneklemesi yapılmıştır. Bu kapsamda biyospeleoloji alanında, yeraltı suyunda yaşayan makroomurgasız faunası tespit edilmiştir. Mağaradaki yeraltı suyunda 70 element ve bunlara ek olarak pH, elektriksel iletkenlik (EC), sıcaklık (T), tuzluluk (S), oksidasyon-redüksiyon potansiyeli (Eh), oksijen (O2), sülfür (S), bikarbonat (HCO3), karbonat (CO3), amonyum (NH4) ve nitrat (NO3) analizleri gerçekleştirilmiştir. Diğer taraftan, Escherichia coli, koliform bakteri sayımı ve fekal streptekok sayımı ile bakteriyolojik kontaminasyon durumu ortaya konulmuştur. Bunların yanında, çalışma alanını oluşturan mağaranın uzaktan kontrol edilen sualtı aracı (ROV) ve dalışlar ile sifon bölgesi örneklenmiştir. Sonuçlara göre, Güvercinkaya Mağara yeraltı suyunun hidrojeokimyasal olarak içilebilir düzeyde olduğu, ancak bakteriyolojik olarak risk taşıdığı ortaya konulmıuştur. Diğer taraftan, mağarda yaşayan bazı makroomurgaszılar tespit edilmesine rağmen, bunların stigobiyont olmadıkları gözlenmiştir. Örnekleme amaçlı sifon dalışı Türkiye?de ilk defa bu çalışmada gerçekleştirilmiştir.
Ülkemiz denizleri canlı kaynaklarını tanıyabilmek için öncelikle türe ve habitata özgü biyolojik, ekolojik ve dagılımsal bilginin ortaya çıkarılması gerekir. Bu temel bilgilerin ortaya konması, aynı zamanda, biyoindikatör özelliginde olan canlıların yasam sürdügü habitat ile ilgili de önemli veriler elde etmemize yardımcı olur. Bentoz, sualtındaki canlı hayatın en önemli basamaklarından biridir. Önemli gösterge canlılarından olan sert mercan, gorgon mercanı, sünger, poliket, rodolit, koralijen ve Posidonia gibi türler denizel ortamda yüksek biyoçesitlilik olusturan fasiyesler meydana getirirler. Literatürümüz incelendiginde sert mercanlar dısında yukarıda belirtilen canlı gruplarına iliskin kapsamlı arastırmaların yapıldıgı bilinmektedir. Buna ragmen, önemli gösterge canlılarından biri olan ve kalkerli yapıları sayesinde diger türler için önemli barınma, beslenme ve üreme alanları olusturan sert mercanlara iliskin bilimsel veri sınırlı kalmıstır. Bu nedenle, mevcut envanterimizin gelistirilebilmesi amacıyla belirlenen istasyonlarda dagılım gösteren sert mercan türlerinin tespit edilmesi, ekolojilerinin, kommünite yapılarının ve biyometrik özelliklerinin ortaya çıkarılması hedeflenmistir. Proje çalısmasında, Kuzey Ege ve Marmara Denizi'nin güneyinde, 0-60 m derinlik kontörü bazında seçilen 66 istasyon incelenmistir. Bu kapsamda, 4 kolonisel 5 soliter sert mercan türü tespit edilmis olup, bunların tümü Bozcaada ve Mavriya adalar faunası; 3'ü Marmara Denizi için yeni kayıttır. Çalısmalar sırasında Marmara adalar ekosistemi derin su magaralarında tespit edilen 3 yumusak mercan türü de Marmara Denizi faunası için ilk kez rapor edilmektedir. Bununla birlikte, Bozcaada'da belirlenen bir istasyonda, nesli tehlike altında olan Cladocora caespitosa'nın, Akdeniz'deki iki en önemli büyük habitata benzeyen genis bir resif bölgesi bulunmustur. Resif alanının, kolonilerin dagılım yogunlugu, boyutları ve yıgın-koloni karakteri bakımından denizel koruma alanı statüsünde degerlendirilmesi ve yasadısı balıkçılık uygulamalarına karsı bölgede acil stratejik yönetim planı olusturulması gerektigi düsünülmektedir. Bunlara ek olarak, Mavriya Adalar grubu ile Marmara Denizi'nin derin su habitatlarına ve magaralarındaki sert mercan fasiyeslerinin dagılım yogunluguna ve diger bentik omurgasızlarla etkilesimlerine iliskin önemli veriler elde edilmistir. Ülkemiz kıyılarında sert mercan topluluklarının detaylı incelendigi sualtı arastırmaları Çanakkale Bogazı bölgesiyle sınırlı kaldıgından, kapsam, kullanılacak yöntemler ve istasyon konumları bakımından ilk olan projenin verileri, mercanlar ile ilgili çalısacak arastırmacılara ve Marmara ile Kuzey Ege'deki bentoz ekolojilerine iliskin gelecek projelere katkı saglayacak niteliktedir.
Beş yıldır aralıklı olarak süren sol kulak ağrısı ve akıntısı olan 30 yaşında kadın hastaya kronik süpüratif otitis media tanısı konuldu. Hastanın kulak sürüntüsünden yaygın kenarlı gri koloniler oluşturarak üreyen, laktoz-negatif, oksidaz-negatif, küçük Gramnegatif çomaklar, "matrix-assisted laser desorption/ionization time-of-flight mass spectrometry" ve 16S rRNA analiziyle Kerstersia gyiorum olarak tanımlandı. Antibiyotiklerin minimum antibiyotik konsantrasyonları, sıvı mikrodilüsyon yöntemiyle (siprofloksasin >2 µg/ml, ertapenem <0.25 µg/ml, imipenem 0.5 µg/ ml, seftazidim 2 µg/ml, amikasin <=4 µg/ml, seftriakson <=0.5 µg/ ml, gentamisin 2 µg/ml ve tigesiklin 1 µg/ml) belirlendi. Hastanın klinik bulgularının ampirik olarak verilen oral amoksisilin-klavulanik asid ve topik siprofloksasin tedavisiyle düzeldiği öğrenildi. Klimik Dergisi 2017; 30(3): 158-60.
Göbeklitepe arkeologlara göre, insanlığın en eski tapınaklarından biridir. Bu çalışmada on iki bin yıl öncesine dönerek hem bu yapı hakkında bilgi vermeye çalışacağız hem de bu yapının teolojik ve felsefi çağrışımlarına dikkat çekerek bir yorum denemesinde bulunacağız. Araştırmamız da, Göbeklitepe'yi arkeoloji ve sanat tarihi açısından değil de din felsefesi ve dini sembolizm açısından inceleyeceğiz. Araştırmamızda arkeoloji ve tarihi coğrafyanın bize sağladığı verilerden yararlandık. Çalışmanın temel amacı arkeolojinin bölgeden elde ettiği veriler ve bu verilerin tarihi coğrafya ve dinler tarihi açısından değerlendirilmesidir. Yeri geldiğinde bu verileri din dili ve dini sembolizm açısından yorumladık. Sonuç olarak taş devri insanının sanılanın aksine ilkel olmadığını, Göbeklitepe'nin kutsal yapılar alanı olduğunu ve inancın insanlık tarihi kadar eski olduğuna dair önemli gerekçelerin bulunduğu sonucuna ulaştık. Göbeklitepe kutsal yapılar alanı üzerinden insanlığın medeniyet gelişimi üzerine yeniden düşünülmesi gerektiği kanaatine ulaştık. Asıl amacımız Göbeklitepe'yi felsefe ve teoloji literatürüne taşımak ve bunun nasıl sağlanacağına dair bir metot ve konu önerisi sunmaktır. Bu sebeple çalışmamız sadece bir yorum denemesidir
Mikroorganizmalar ve biyolojik materyaller kullanarak radyonüklitlerin, ağır metallerin, toryum ve uranyum gibi radyoaktif metallerin sulu çözeltilerden geri alınması veya uzaklaştırılması üzerine birçok çalışma vardır. Bu çalışmada, Sarcotragus foetidus (Schmidt, 1862) olarak adlandırılan deniz süngerinin sulu çözeltilerden uranyum alımı istatistiksel olarak araştırıldı. S. foetidus (Schmidt, 1862) deniz süngeri örnekleri Babakale (Ayvacık / Çanakkale) açıklarından toplandı. Uranyum (VI) geri alım denemeleri kesikli yöntem ile gerçekleştirildi. Biyosorpsiyonu etkileyen parametreler Merkezi Kompozit Deneysel Tasarımı (CCD) kullanılarak analiz edildi. Bu çalışma için; pH, sıcaklık, temas süresi ve uranyum başlangıç konsantrasyonu gibi dört bağımsız değişken seçildi. Ana parametrelerden pH, temas süresi ve uranyum başlangıç konsantrasyonu biyosorpsiyon prosesinde istatistiksel olarak anlamlı olarak kabul edildi. Diğer bir yandan; biyosorpsiyon işlemi üzerinde, pH- temas süresi, pH - uranyum başlangıç konsantrasyonu gibi ikili etkileşimler önemli parametreler olarak belirlendi. Biyosorbsiyon prosesinin optimum koşulları; pH:4, sıcaklık: 38 , uranyum başlangıç konsantrasyonu: 20 mg/L ve temas süresi: 31 dakika olarak hesaplandı. Bu koşullar altında biyosorpsiyon verimi % 93.29±2 olarak elde edildi
Hayvancılık işletmelerinin bir yan ürünü olan çiftlik gübresi, en az besin kaybı ile değerlendirilmelidir. Elle gübre dağıtma işleminde gübrenin besin değerinin zamanla azalması, dağılımın düzgün olmaması ve insan sağlığı açısından görülen olumsuzluklar bu işlemin makine ile yapılmasının daha uygun olacağını ortaya çıkarmıştır. Son 10 yılda Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından sağlanan tarım makinaları desteklemeleri içerisinde katı çiftlik gübresi dağıtıcılarına da yer verilmesi, ülkemizde çok sayıda ve değişik tiplerde yerli makinaların imal edilmesine öncülük etmiştir. Bu süreç, yerli makinaların uygun çalışma hızlarındaki istenilen gübreleme debileri, gübreleme kapasiteleri, iş başarıları, dağıtım düzgünlükleri vb. yönlerden ayarlamalarının yapılmasını zorunlu kılmaktadır. Bu çalışmada traktörle çekilir tip 5 ton kapasiteli arkadan dağıtmalı dikey tamburlu tip yerli yapım bir çiftlik gübresi dağıtma makinası kullanılmıştır. Yapılan tarla çalışmalarında makinanın üç farklı ilerleme hızındaki (2, 4 ve 6 km/h) çalışma zamanları, efektif iş başarıları, gübreleme kapasiteleri (ton/ha ve ton/h), patinaj oranları, gübre dağılım düzgünlükleri gibi parametreler belirlenmiştir. Elde edilen sonuçlara göre, makinanın 4 km/h ilerleme hızında efektif çalışma zamanı, efektif iş başarısı, birim alandaki gübreleme kapasitesi ve birim zamandaki gübreleme kapasitesi sırasıyla 0.32 h/ha, 3.10 ha/h, 58.5 ton/ha ve 181.4 ton/h bulunmuştur
23 Ekim 2011 Van Depremi (Mw: 7,2) ters fay nitelikli Van Fay Zonu (VFZ)'ndan kaynaklanmıştır. Depremde fay üzerine rastlayan mühendislik yapılarında 10 cm'ye ulaşan yerdeğiştirmenin izlendiği bir yüzey deformasyonu gelişmiştir. VFZ karada D-B genel doğrultusunda ve 28 km uzunluğundadır. Fayın batı ucu Van Gölü içerisindedir. Bu çalışmada, VFZ'nun kara ve deniz araştırma yöntemleri kullanılarak detay haritalanması, Van Gölü'ndeki sualtı devamlılığının incelenmesi, kara ve sualtı verilerinin ortak değerlendirilmesi ile Edremit Körfezi'nin Kuvaterner'deki tektonik yapısı ve evriminin ortaya konulması amaçlanmıştır. Kara verisi, VFZ tavan ve taban bloğunda Kuvaterner birimlerini etkileyen D-B uzanımlı kıvrım eksenlerinin varlığını göstermiştir. Kıyı ötesi çalışmalarda ise sığ sismik profilleme (GeoAcuoustics) ile çok ışınlı batimetrik veri toplanması çalışmaları sonucunda VFZ'nun sualtı bölümünün karaya benzer özellikler sergilediği ortaya konmuştur. Sismik kesitlerde göl tabanında yer alan Kuvaterner istifinde, eksenleri fay zonunun uzanımına paralel olan kıvrımlar fayın her iki bloğunda da açıkça görülmektedir. Çarpanak burnunun devamındaki su altı sırtı, karada olduğu gibi fayın tavan bloğundaki bir yükselim yapısına karşılık gelmektedir. 23 Ekim 2011 depremi ile ilişkili yüzey deformasyonları VFZ'nun tavan bloğundaki geniş bir zonda gelişmiştir. Araştırma bulguları, VFZ boyunca Kuvaterner'de meydana gelen deformasyonların en son depremde gelişen deformasyonlarla uyumlu olduğunu göstermiştir.
-

/ 2
2 / 2