68 sonuç

Tarama Sonuç Kümeleri
Tümünü Listeye Ekle
Tasavvuf tarihinde daha çok şerhe konu olan etkili eserleriyle tanınan Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin bir şârih kimliği ile eser yazması literatür açısından dikkate değer bir durumdur. İbnü’l-Arabî’nin üzerine şerh yazdığı Hal‘u’n-na‘leyn’in gerek muhtevası gerekse müellifi Ebü’l-Kāsım İbn Kasî’nin siyasî ve toplumsal süreçlere öncülük etmesi, hem klasik dönem yazarları hem de modern dönem araştırmacıları arasında esere dönük ilgiyi canlı tutmuştur. Ne var ki Türkçe’de Endülüs’ü merkeze alan tasavvuf çalışmaları henüz çok az sayıdadır. Aslında Hal‘u’n-na‘leyn müellifi İbn Kasî’nin siyasî faaliyetleriyle irtibatlı olarak, konunun tarih çalışmalarında daha çok siyasî yönüyle ele alınışı, böyle bir çalışma alanının tasavvuf araştırmalarıyla sınırlı kalmadığını ve karşılaştırmalı bir bağlam gerektirdiğini göstermektedir.
Dünya genelinde Endonezya’dan sonra en fazla müslümanın bulunduğu ülke, 200 milyon müslümana ev sahipliği yapan Hindistan’dır. İslâm’ın ilk yıllarına kadar uzanan bölgedeki müslüman varlığı, Gazneliler’le başlayıp Bâbürlüler’le son bulan Türk İslâm hâkimiyeti döneminde güçlenerek devam etmiştir. Bu süreçte müslümanlar çeşitli sahalarda yaptıkları çalışmalarla Hint kültür tarihine kalıcı izler bırakmışlardır. Dolayısıyla onlar, günümüzde Hindular karşısında azınlık konumunda olsalar da bulundukları topraklara değer katan önemli bir unsurdur.
Türkiye’de tasavvufun akademik bir disiplin olarak kabul görmesinden bu yana yapılan akademik üretimin daha ziyade tasvirî çalışmalardan ibaret ve metin neşrine yönelik olduğu bilinmektedir. Bununla beraber tasavvuf tarihinin belirli dönemlerinin tasvir düzeyinde dahi yeterince ele alınmadığı da bir gerçektir. Bu dönemlerin başında hicrî ilk dört asır, yani tasavvufun teşekkül dönemi gelir. Metin neşri ve tercümeler açısından dahi yeterince üzerinde durulmayan bu dönemin sûfî/müellif, eser ve fikir haritaları çıkarılmadan tasavvufun oluşumunu tam manasıyla idrak etmek mümkün görünmemektedir.Oryantalistlerin tasavvufa dair çalışmaları ilk önce tasavvufun kökenini anlamaya yoğunlaşmışken ülkemizde henüz bu sorun ciddi olarak ele alınmamıştır. Halen genel kabul gören zühd dönemi, tasavvuf dönemi ve tarikatlar dönemi şeklindeki dönemlendirme de sorgulanmalı ve yeni araştırmalar ışığında gözden geçirilmelidir.
Bu makale Osmanlı Devleti’nin çeşitli kurumlarında müderrislik ve kadılık görevi yapmış olan Hüsam Çelebi’nin (ö. 926/1520), sûfîlerin dînî ayinleriyle ilgili kaleme aldığı Risâle fî raksi’l-mutasavvife adlı eserini ele almaktadır. Eserde sûfîlerin zikirleri esnasında icrâ ettikleri birtakım ritüellerin İslam dininde hükmünün ne olduğuna detaylı olarak cevap verilmektedir. Bu risaleden bazı meşhur âlimlerin alıntılar yaparak istifade etmeleri ve risalenin birkaç defa istinsah yoluyla çoğaltılması, söz konusu risalenin tahkik yapılacak kadar önemli olduğunu gösterir. Ayrıca bazı kaynaklarda söz konusu müellifin sûfî ritüellere karşı çıktığı ve olumsuz cevaplar verdiği de zikredilmiştir. Hâlbuki müellif bu konulara karşı çıkmamış, bilakis desteklemiş ve mutasavvıflara ılımlı baktığını bu eserle göstermiştir. Müellif, konuyu incelerken fıkıh, fetva, tefsir, hadis, kelam ve tasavvuf alanında kaleme alınmış yirminin üzerinde kaynaktan yararlanmıştır. Konunun mezhepler arası mukayesesini yapmak için de ilgili mezheplerin temel ve muteber kaynaklarından istifade etmiştir.
Bu makalede XVIII. yüzyıl Osmanlı âlimlerinden Saçaklızâde Mehmed Efendi’nin (ö. 1145/ 1732) Risâletü’l-irâdeti’l-cüz’iyye’sinde Tanrı’nın her şeyi yaratmasıyla insanın özgürlüğü arasındaki ikilemi, iradenin ontolojisine yönelik bir soruşturma üzerinden nasıl çözüme kavuşturduğu ele alınacak, ayrıca söz konusu risâlenin tahkik ve tercümesi yapılacaktır. Kelâmın, başlangıç döneminden itibaren tartışmalı konularından birini oluşturan insanın fâilliği sorunu, müteahhirîn dönemi Mâtürîdî kelâmında, Sadrüşşerîa Ubeydullah b. Mes‘ûd (ö. 747/1346) tarafından geliştirilen ve fiilin anlamları arasındaki ayırıma ve bu iki anlamın varlık tarzlarına ilişkin soruşturmaya dayanan yeni bir fiil teorisiyle ele alınmıştır. Buna göre fiilin mastar anlamı, fiilin “şey olmayan yönü”nü; mastarla hâsıl olan anlamı ise, “şey olan yönü”nü teşkil etmektedir. Böylece geleneksel bir biçimde “İnsan fiilleri şeydir” / “Her şey Tanrı tarafından yaratılmıştır” / “Öyleyse insan fiilleri de Tanrı tarafından yaratılmıştır” şeklinde kurulan bir kıyasın sonucu olarak karşımıza çıkan, insanın fiillerinin nihaî tahlilde Tanrı’ya dayanıyor oluşunun doğuracağı cebir problemi, fiilin şey, dolayısıyla mevcut olmayan bir yönünün tespit edilmesiyle çözülmeye çalışılmış olmaktadır. Saçaklızâde Risâletü’l-irâdeti’l-cüz’iyye’de, Sadrüşşerîa tarafından ileri sürülen söz konusu fiil teorisini alımlamış; onun “fiilin anlamları arasında yaptığı ayırımın, bir fiil olarak “irade” için de geçerli olacağını öne sürmüştür. O, iradenin, fiilin iki tarafından birine yönelik belirleyici sıfat (es-sıfatü’l-muhassısa) ve söz konusu belirleyici sıfatın var edilmesi (îkā‘) şeklindeki iki anlamını ayırarak, birincisinin şey; ikincisinin ise varlık ve yoklukla nitelenemeyip hal olduğunu, dolayısıyla Tanrı tarafından yaratılmış (mahlûk) olamayacağını ileri sürmüştür. Bunun yanı sıra Saçaklızâde, söz konusu ikinci anlamın insan fiillerinin nihaî dayanağını teşkil eden tercihe karşılık geldiğini belirtir. Ona göre Tanrı’nın her şeyin yaratıcısı oluşuna halel getirmeden insanın özgür olduğunu ileri sürmenin yolu irade, ihtiyar ve tercihin varlık, yokluk, şey ve mahlûk olmadığını tespit etmekten geçmektedir.
Şiî cemaatlerin hicrî ilk üç asır boyunca İslâm toplumunun ana bünyesini teşkil eden ehl-i hadisten ayrışma ve mezhepleşme sürecinde yaşananlar sadece bir dinî yapının kimlik bulma süreciyle değil aynı zamanda Sünnî hadis tarihi ile de pek çok açıdan ilgilidir. Bu çalışma bir açıdan Sünnî-Şiî rivayet geçişkenliklerine dair birtakım yargılarda bulunsa da temelde rivayet geçişleri esnasında vuku bulan bağlam değişimlerini tespit etmeyi hedeflemektedir. Bu tespit, uydurma faaliyetleri ve meşru bir zemini bulunmayan tevil çabaları kadar olmasa da yeniden inşa edilen hadis bağlamlarının mezhebî kabulleri desteklemedeki rolü hakkında fikir verecektir. Bağlam değişimleri birden fazla surette gerçekleşmektedir. Öncelikle bir kaynaktaki rivayet, farklı bir kaynakta bambaşka bir arka plan bilgisiyle sunulabilmekte, uzun bir rivayetin bir kısmı ayrıştırılarak bir veya aynı anlatının içerisine yerleştirilen birden fazla rivayetle yan yana anılabilmekte veya aynı bağlamla aktarılsa da kendisine yüklenen yeni anlam dolayısıyla aslî kastından uzaklaşabilmektedir. Özellikle fezâil ve mesâlib türü rivayetler ile polemik türü anlatılar bu takibi yapmak açısından hayli işlevseldir. Mezkûr geçişkenliği temin eden ve büyük oranda Şiî eğilimlere sahip olmakla itham edilen râvilerin belirlenmesi ise Şiî cemaatlerin ehl-i hadisten bağımsız olarak ilim yapma becerisini kazanma dönemlerine ışık tutabilir.
Ortaçağ Yahudi düşüncesinde akılcı çizgiye karşı gelenekçi çizginin en önemli savunucularından olan Endülüslü Yahudi şair ve düşünür Yehuda Halevi (ö. 1141), Siyon üzerine yazdığı dinî-milliyetçi mahiyetteki şiirlerinin yanı sıra el-Kitâbü’l-Hazerî ya da Sefer ha-Kuzari adlı polemik kitabıyla, hem kendi döneminde hem de sonraki dönemlerde Yahudiler üzerinde etkili olmuş bir şahsiyettir. Halevi, Türk akademyasında fazla tanınmasa da, gerek şiirleri gerekse Kuzari’de ortaya koyduğu görüşleri üzerine Batı’da önemli çalışmalar yapılmıştır. Bu makale, konu üzerine oluşturulmuş zengin ikincil literatürü dikkate alacak şekilde, Halevi’yi ve Kuzari’sini tanıtmayı ve Kuzari’de ortaya konan Yahudilik savunusu ve İslâm eleştirisini temel noktalar üzerinden değerlendirmeyi amaçlamaktadır.
-

/ 4
5 / 4