Tarama Sonuç Kümeleri
Kümeler aramadaki ilk 100 sonuca göre oluşturulmuştur.

Tümünü Listeye Ekle
يعدُّ الإمام عضد الدين الإيجي (ت. 756هـ/1355م) أحد أهم علماء الكلام في المدرسة الأشعرية في عهدها المتأخر، وقد صنَّف العديد من المؤلفات في علم الكلام، منها: العقائد العضدية، وجواهر الكلام والمواقف وهو أوسع وأشهر كتبه الكلامية. الشائع المشهور أنَّ الإيجي ألَّف المواقف أولًا ثم اختصره وسمى المختصر بـجواهر الكلام، إلا أنَّ هناك من الباحثين من يثبت العكس؛ لذا لا نعلم على وجه الدقة والتحديد أيهما أسبق من الآخر. سنتناول في هذه المقالة تقييم نشر كتاب سلك النظام شرح جواهر الكلام لإبراهيم الحلبي المداري (ت. 1190هـ/1776م). ألَّفَ الحلبي كتاب سلك النظام أثناء تواجده في مصر وفرغ منه سنة 1152هـ، وهو أوسع كتبه الكلامية، ويعتبر كذلك من أوائل مؤلفاته، للكتاب العديد من النسخ الخطية منها نسخة المؤلف وقد أقرأها أكثر من مرة.1
Osmanlı Devleti tarafından Güney Afrika’daki müslüman ahalinin eğitimi ve aralarındaki ihtilafların kaldırılması maksadıyla görevlendirilen Ebûbekir Efendi’nin (ö. 1297/1880) Ümitburnu’nda (Cape of Good Hope) ömrünün sonuna kadar yürüttüğü faaliyetler ve yaşadığı olaylar bir dizi çalışmaya konu olmuştur. Bunun yanında yazdığı eserlerin Afrikanca üzerine etkileri de Afrikan dili hakkında yapılan çalışmalarda önemli bir yer tutmaktadır. Bu yazıda, Ebûbekir Efendi’nin ismi bilinen ancak nüshası şimdiye kadar bulunamamış bir eserinin tanıtımı yapılacaktır. Bu bağlamda eserin yazım sürecine temas edilecek, mevcut eserleri etrafındaki bir tartışma çözüme kavuşturulacak ve yeni ortaya çıkarılan kitabın farklı açılardan önemine dair görüşler ve tespitler ortaya koyulacaktır.
İslam hakimiyeti ile birlikte Endülüs’te pek çok alanda olduğu gibi tarım alanında da önemli gelişmeler ortaya çıktı. Endülüs Emevîleri ve sonrasında yarımadada yönetimi elinde bulunduran müslüman idarecilerin teşviki ve ilgisiyle Doğu’dan getirilen yeni bitki türleri ve tarım teknolojileri bölgeye girdi, mevcut teknolojiler geliştirildi. İber yarımadasının geleneksel ürünleri ıslah edildi ve verimleri artırıldı. Yeni sulama tekniklerinden başlayarak çeşitli gübre türlerinin hazırlanmasına kadar birçok tarım tekniği bu dönemde yarımadada uygulanmaya başlandı. Bu makalede müslümanların İber yarımadasında hakimiyeti sağlamalarının ardından tarım alanında ortaya çıkan gelişmeler ile Endülüs Emevî emir ve halifeleri ile Emevîler sonrasında kurulan müslüman devletlerinin yöneticilerinin tarımın gelişmesine olan katkıları ele alınmaktadır. Endülüs’te tarımın gelişmesiyle ilgili olarak yarımadaya yeni bitki türlerinin ve tarım teknolojilerinin girmesi, mevcut ürünlerin ıslahı, tarım alanında ortaya çıkan ilmî miras, modern literatürden de istifade etmek suretiyle dönem kaynaklarından yararlanılarak ortaya konulmaktadır.
Despite slavery being commonplace in medieval Muslim societies, this subject has not received the research attention it deserves. It is only recently that scholars have begun to focus on the subject of slavery in the Muslim world and began producing new academic monographs about it. In line with this trend, this paper attempts to elucidate on the perception and practice of slavery Fātimid Egypt. In particular, I argue that the position of black African slaves in the Fātimid Empire goes beyond the simple dichotomy of free and slave, and also that of black servants and white masters. I also argue that despite the subordination experienced by black African slaves and the hardships they had to endure in the Fātimid Empire, they were able to establish new opportunities for themselves and advance into the highest positions of the Fātimid state structure. Black African slaves (eunuchs, commanders, and concubines) were not a marginal group, but rather a dominant force that played important roles in the political sphere throughout the history of the Fātimid state.
Bu makalede Osmanlı döneminde yazılan enmûzec türü eserlerdeki ilimler sıralaması ve bu türün en çok ilgi gören örneği olan Nev‘î’nin Netâyicü’l-fünûn adlı eseri incelenmektedir. İki kısımdan oluşan makalenin ilk bölümünde 1300-1600 yılları arası Osmanlı döneminde enmûzec türünde yazılan eserlerin tarihsel sıralaması gözetilerek tanıtılmakta ve içerdikleri ilimler sıralaması karşılaştırılmaktadır. İkinci bölümde Netâyicü’l-fünûn’un içeriği özetlenerek kullandığı kaynaklar tespit edilmektedir. Bulgularımıza göre XVI. yüzyılın sonuna kadar Osmanlı döneminde enmûzec türünde yazılan on bir eserden sekizi Arapça, ikisi Farsça, Nev‘î’nin Netâyic’i ise Türkçe’dir. Enmûzec türü, yazarlarının çeşitli ilimlerdeki kabiliyetlerini kolayca gösterebilmelerine elverişli olduğu için bu türde yazılan eserlerin çoğunun ya dönemin sultanına ya da yönetici sınıfından kişilere, himayelerini kazanmak için sunulduğu ileri sürülmektedir. Eserlerin dili dikkate alındığında, Arapça yazılanların aynı zamanda ilmiyeye yönelik olduğu, Farsça ve Türkçe yazılanların ise daha çok saray çevresindeki bürokratik sınıfa hitap ettiği hem eserlerin içeriklerden hem de üsluplarından anlaşılmaktadır. Enmûzeclerdeki ilimlerin tertibinde büyük oranda İslam tarihinde yaygın olan dinî/naklî ilimler, felsefî/aklî ilimler ve edebî ilimler şeklindeki üçlü sınıflamanın esas alındığı iddia edilmektedir. Bunların sıralamasında Nev‘î’nin Netâyic’inde felsefî ilimlere, diğer enmûzeclerin çoğunda ise dinî ilimlere öncelik verildiği tespit edilmektedir.
Arap yarımadasının güneydoğusunda yer alan Uman’ın İslamiyet ile tanışması Hz. Peygamber döneminde başlamıştır. Bölge, ilk asırlardan itibaren İbâzîliğin en önemli merkezlerinden biri olmuştur. Mezkûr mezhep zamanla farklı bölgelere yayılmış ve günümüze kadar gelmiştir. Söz konusu bölgede asırlarca varlığını korumayı başaran İbâzîlik, günümüzde Uman’ın resmî olarak desteklediği bir hüviyete sahiptir. İbâzîler tarih boyunca azınlıkta kalmış ama İbâzî toplumunun ihtiyaçlarını giderecek entelektüel bir literatür oluşturmayı başarmıştır. Bu literatürde tefsir çalışmalarının diğer alanlara kıyasla daha zayıf bir halka oluşturduğu söylenebilir. İbâzîler’e göre Uman’da tespit edilmiş, İbâzî bir müellifin yazdığı ilk tam tefsir, Saîd b. Ahmed el-Kindî’ye (ö. 1207/1792) aittir. Kindî’nin söz konusu tefsiri kısa ve özlü bir tefsir olup kendi dönemindeki İbâzî tefsir yaklaşımını tespit etme açısından önem arzetmektedir. Müfessir bu tefsirinde İbâzî din anlayışını esas almakla beraber diğer mezheplerin kaynaklarını da kullanmış ve mezhepler arası polemiklerden uzak durmaya çalışmıştır. Eserin önemli özelliklerinden biri, İbâzî olmayan kaynaklardan yapılan iktibasların mezhep esaslarına uygun hale getirilerek aktarılmasıdır. Bu araştırmada Kindî’nin tefsiri esas alınarak, dönemindeki İbâzî tefsir anlayışı, gerektiğinde farklı mezheplere ait çalışmalarla mukayese edilerek incelenmiştir.
Hanbelî mezhebinin günümüze ulaşan mütekâmil ilk usûl-i fıkıh eseri V. (XI.) asrın ortalarında kaleme alınmıştır. Bu tarihten sonra usûl-i fıkıh eserleri önceki döneme nispetle daha yoğun bir şekilde kaleme alınmış olsa da söz konusu eserler Mu‘tezilî ve Eş‘arî kaynaklara sıklıkla müracaat etmiş, tedris ve telif faaliyetlerine konu olmak açısından mezhepte yeterince ilgi görmemiştir. Fakat İbn Kudâme’nin (ö. 620/1223) Ravzatü’n-nâzır adlı eseri önceki usûl-i fıkıh eserlerinin aksine tedris faaliyetlerinde kullanılmış ve mezhepteki usûl-ı fıkıh telifatına kaynaklık etmiştir. Eş‘arî geleneğinin önemli temsilcilerinden olan Gazzâlî’nin büyük oranda el-Mustasfâ adlı eserinden istifade edilerek kaleme alınmış olmasından dolayı Ravzatü’n-nâzır’ın da önceki eserler gibi ilgi görmemesi beklenebilir. Fakat İbn Kudâme, bazı tasarruflarla eserini el-Mustasfâ’dan ayrıştırmaya çalışmıştır. Bu çalışmada İbn Kudâme’nin Ravzatü’n-nâzır’ı el-Mustasfâ’nın standart bir ihtisarı olmaktan çıkaran ve Hanbelîler’in geleneksel tavırlarına daha yakın bir eser haline getiren tasarrufları üzerinde durulacaktır. Ravzatü’n-nâzır’daki usul görüşleri ile kelamî uzantıları olan meselelere dair yaklaşımlar, eserde takip edilen sistematik ve kullanılan kaynaklar el-Mustasfâ ile karşılaştırılarak analiz edilecektir.
Bu makalede, fıkıh usulü eserlerinde istishabın delil değeri incelenirken, “Hanefîler’e göre istishap mevcut hakların korunmasında (def‘i) geçerli bir delildir, fakat yeni hakların kazanılmasında (ispat) geçerli değildir; Şâfiîler’e göre ise her iki durumda geçerli bir delildir” şeklinde ifade edilen usul ihtilafının örneklendirilmesinde tekrar edilegelen bir yanlışlığa dikkat çekilerek bu durumun düşündürdükleri üzerinde durulmaktadır. Özellikle Hanefî usul eserleriyle yakın dönem fıkıh usulü ders kitaplarının birçoğunda ve bazı çağdaş bilimsel yayınlarda yaygın biçimde görülen bilgi şöyledir: Gerek Hanefîler’e gerekse Şâfiîler’e göre mefkudun malları -mefkudun öldüğü ortaya çıkmadan veya mahkemece ölümüne karar verilmeden önce- mirasçıları arasında bölüştürülmez (İstishap def‘ide hüccettir); fakat mefkudun bu durumu açıklık kazanıncaya kadar geçen süre içinde vefat eden yakınlarına mirasçı olup olamayacağı hususunda bu iki mezhep farklı görüşe sahiptir: Şâfiîler’e göre mirasçı olur (İstishap ispatta da hüccettir), Hanefîler’e göre mirasçı olamaz (İstishap ispatta hüccet değildir). Bu mezheplerin usul ve fürû kaynakları üzerinde yaptığımız incelemeler ise her iki mezhebin, belirtilen durumda mefkud “Mirasçı olur” veya “Mirasçı olamaz” şeklinde bir sonuca varmayıp, durumu açıklık kazanıncaya kadar miras payının koruma altına alınması noktasında birleştiğini ortaya koymuştur. Ayrıca Hanefî fürû eserlerinde yaygın biçimde yer alan, “Mefkud kendi hakları konusunda sağ, başkalarının hakları konusunda ölü hükmündedir” şeklindeki kalıp ifadenin ikinci önermesinin bu yanlış ezberin pekişmesine katkı sağlamış olabileceği üzerinde de durulmuştur.
Son yıllarda derinlik ve spektrum genişliği ile artan bir akademik eğilim, İslam kültür mirasının çok boyutlu ve çeşitli karakterini dikkate alarak İslam düşüncesi ve bu kültür havzasında üretilen eserlere yaklaşmanın gerekliliğini ortaya koydu. Birinci elden farklı ekollerin sistematik ve teorik metinlerine hem eserlerin hem de tercümelerin basımı ile erişimin kolaylaşması yanında ilk dönem ve özellikle de geç dönem teorik birikimin derinlikli analizini ortaya koyan tez, kitap ve makalelerin artışı tek başına İslam felsefesi alanında dahi yayın takibini zorlaştıracak bir hız kazandı. Bu içerik ve kalite artışı, İslam düşünce geleneklerine alan içi ve alan dışında da daha derinlikli okumalar yapmak isteyen ancak alanların doğrudan uzmanı olmayan ikinci derece irtibatlı okuyucu kitlesinin sayısında bir artış ile sonuçlandı. Bu şekilde uzmanların ve yan alan okuması yapmak isteyen ikinci derece okuyucuların alan içi ve alan dışı gelişmeleri takip etmesi için bir taraftan daha panoramik, bir taraftan daha ansiklopedik diğer taraftan ise daha giriş seviyesinde bilgiler içeren metinlere ihtiyacı ortaya çıktı. Bir süredir hissedilen bu yöndeki ihtiyaca kısmen ansiklopedik ve kısmen giriş seviyesinde bilgi içeriklerini taşıyıcı biçimde cevap verecek şekilde hazırlanmış görünen bir eser de editörlüğünü Ömer Türker’in yaptığı üç ciltlik Metafizik’tir.
Hanefî mezhebinde herhangi fıkhî bir meseleye dair hüküm vermeden önce başta mezhep imamları olmak üzere mezhep ulemasından aktarılan mesâile bakıp, bunların geçtiği eserlerin ve mesâili aktarılan kişinin mezhep içindeki konumuna göre hüküm vermeye önem gösterilmiş ve bu tutum zamanla usûl-i iftâda bir kriter haline gelmiştir. Özellikle fetva ve kaza makamında bulunan Hanefîler tercih edilecek görüşü belirlemek üzere mezhep ulemasını, onlardan aktarılan mesâili ve bu mesâilin geçtiği kitapları bilgi ve kaynak değeri açısından “tabakātü’l-fukahâ”, “tabakātü’l-mesâil” ve “tabakātü’l-kütüb” gibi taksimlere tâbi tutarak ulema, mesâil ve kitaplar arasında bir hiyerarşi belirlemişlerdir. Bu makale Osmanlı ulemasından Kınalızâde Ali Efendi’nin (ö. 979/1572) Hanefî mezhebinde aktarılan mesâilin hiyerarşisi hakkında sonraki literatürü belirleyen Tabakātü’l-mesâil isimli risalesinin tahkik ve tahlilini konu edinmektedir.
Dünyanın dört bir yanına dağılmış, farklı dilleri konuşan, farklı etnik kökenlere ve kültürlere sahip Müslümanları bir arada tutan bir üst siyasî birlik gerçekten var mıdır? Böyle bir siyasî birlik mevcut ise ne zaman ve nasıl ortaya çıkmıştır? Alfa Yayıncılık tarafından 2021’de İslam Dünyası Fikri başlığı ile Türkçe’ye de kazandırılan Cemil Aydın’ın 2017’de yayımlanmış The Idea of the Muslim World eseri işte bu sorulardan hareketle başlamaktadır. Oldukça iyi yazılmış, hem akademisyenlerin hem de daha geniş kitlelerin rahatlıkla okuyup istifade edebileceği bu eserde Aydın, modern bir fenomen olarak nitelendirdiği İslam dünyası fikrinin kökenlerini anlatmakta ve bu fikrin ortaya çıkışının arkasındaki hem haricî hem de dâhilî sebepleri dikkatli bir şekilde izah etmektedir. Bu vesileyle kitap hem literatürdeki özcü ve indirgemeci “Müslümanların farklılığı” argümanlarını hem de özellikle İslamcı söylemlerde hâkim olan “Müslümanların birliği” argümanlarını karşısına alarak nüanslı bir anlatı sunmaktadır. Bunlara karşılık daha çoğulcu perspektiften bir okuma yapan Aydın, Müslüman topluluklarını bugün de “İslam dünyası” gibi tekdüzeleştiren bir kavramla açıklamanın hatalı olduğu, bunun yerine dolaylı olarak Müslümanların çoğulcu ve kendi içlerindeki farklılıklarının ön plana çıkarıldığı bir çerçevede okunması gerektiği sonucuna ulaşmaktadır.
تبوأ الصدر الشهيد منزلة علمية عالية بين العلماء، فقد كان من كبار الأئمة وأعيان الفقهاء، له اليد الطولى في الخلاف والمذهب الحنفي، اجتهد وبالغ في التحصيل، وناظر العلماء ودرَّس الفقهاء، وقهر الخصوم، وفاق الفضلاء في حياة أبيه بخراسان، وأقر بفضله الموافق والمخالف، ثم ارتفع أمره حتى صار السلطان ومن دونه يعظمونه، ويصدرون عن رأيه.وأثنى عليه العلماء وشهدوا له بطول الباع في فروع العلم، قال عنه الذهبي ( ت. 748هـ/1347م): «شيخ الحنفية، عالم المشرق...، وصار يُضْربُ به المثل، وعظم شأنه عند السلطان، وبقي يصدر عن رأيه».ووصفه القرشي (ت. 775هـ/1374م) بأنه: «الإِمام ابن الإِمام، والبحر ابن البحر».
20 Kasım 2021’de Tübingen’de nevi şahsına münhasır bir bilim adam ı, kendi deyişiyle bir “kültür bilimcisi” (Kulturwissenschaftler) olan Josef van Ess hayata gözlerini yumdu. Naziler’in iktidara gelişinden bir yıl sonra dün- yaya gelen Josef van Ess hakkında konuşmak biraz da II. Dünya Harbi son- rası Alman oryantalizmi kadar Alman siyasî ve kültür tarihini de incelemek demektir. Zira Josef van Ess sadece dar anlamda “bilimsel konularda” yazma- mış, aynı zamanda bu bilimin “yapılış şekli” ve “yapıldığı ortam” hakkında da önemli bilgiler vermiş, değerlendirmelerde bulunmuştur.
Johanna Pink, who is mainly interested in modern Qur’anic exegesis and translations, attempts to draw a panorama of the different interpretations of the Qur’ān between 2000 and 2016 in her book Muslim Qur’ānic Interpreta- tion: Media, Genealogies and Interpretive Communities. She seeks to provide an outline of different interpretations from many regions of the Muslim world, extending from Indonesia to Egypt, from the United States to Iran, and from Turkey to Saudi Arabia. At first, Pink discusses the increasingly central position and function of Qur’anic exegesis in the contemporary pe- riod. The author underlines that exegesis had a more modest place in the hierarchy of classical religious sciences and manages to examine its position- ing in the classical period with much clarity. In the second chapter, Pink em- phasizes that the context-oriented approach of classical tafsir has undergone a text-centered transformation in line with that of Ibn Taymiyya’s approach. Thereafter, the author discusses the impact of this transformation in the con- temporary Arab world, especially through various abridgments and editions of Ibn Kathīr’s tafsīr.
İslam siyaset düşüncesi alan ında eser veren en velut akademisyenlerin başında gelen Muhammed Muhtâr e ş-Şınkītî, hâlihazırda Katar Hamed b. Halîfe Üniversitesi’nde siyaset ahlakı ve dinler tarihi alanında öğretim üyesi olarak çalışmakta olup yazılarında daha ziyade siyaset felsefesi ve dinî tecdit düşüncesi üzerine odaklanmaktadır. Siyasî düşünce alanında kaleme aldığı el-Hılâfâtü’s-siyâsiyye beyne’s-sahâbe: Risâle fî mekâneti’l-eşhâs ve kudsiyyetü’l- mebâdi’ [Sahabe Arasındaki Siyasi İhtilaflar: Kişilerin Konumu ve İlkelerin Yü- celiği] (Beyrut: eş-Şebeketü’l-Arabiyyetü li’l-ebhâsi ve’n-neşr, 2013) başlıklı kitabından sonra klasik ve çağdaş İslam siyaset düşüncesi meselelerini har- manlayarak telif ettiği el-Ezmetü’d-düstûriyye fi’l-hadârati’l-İslâmiyye: Mine’l- fitneti’l-kübrâ ile’r-rebîi’l-Arabî [İslam Medeniyetinde Anayasal Kriz: Büyük Fitneden Arap Baharına] başlıklı kitabı 2018 yılında Katar’da yayımlanmıştır.
Bir dilde söylenen ya da yazılan kelimenin başka bir dile aktarılması bi- çiminde tanımlanan tercüme, insanlar aras ındaki iletişimi kolaylaştırması bakımından tarihin her döneminde ilgi gören u ğraşılardan biri olmuştur. Farklı dili konuşan insanlar genellikle dinî, siyasî, askerî, ticarî ve kültürel faaliyetlerin devamlılığını sağlayabilmek adına tercümeye ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç hangi sebeple olursa olsun temelinde anla şma ve anlaşılma kaygısı taşır. Tam da bu noktada tercüme, farklı dili konuşan insanlar arasında bir köprü vazifesi üstlenir.
Dünya üzerindeki en büyük Müslüman az ınlık gruplardan biri olan Çin’deki Müslümanlar, binyılı aşkın geçmişleriyle hem İslam tarihi hem de Çin tarihinin önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Ancak Çin’deki Müslü- manların tarihi ço ğunlukla ihmal edilmiş olup bu alandaki araştırmaların genel olarak XX. yüzyıl itibariyle başladığı gözlemlenmektedir. Bu konudaki en erken çalışma 1910’lu yıllarda Marshall B. Broomhall öncülüğünde Batılı misyonerler tarafından haz ırlandı. 1940’larda yaşanan çalkantılı dönemler araştırmaları sekteye uğratmışsa da 1980’lerde Çin’in kapılarını dünyaya aç- masıyla alana dair ara ştırmalar yeniden filizlendi. Çin’in küresel bir aktör olarak öne çıkmaya başladığı 2000’li yıllardan itibaren belirli konulara odak- lanan mikro çalışmalarda yükseliş gözlemlenmektedir. Ancak mikro araştır- maların öne ç ıkmasıyla Çinli Müslümanların tarihini bütüncül bir şekilde değerlendiren kitapların yazımı geri planda kaldı. Çin’deki Müslümanların VII. yüzyıldan bugüne kadarki tarihini güncel veriler ışığında ve bütüncül bir perspektifle değerlendiren James D. Frankel’in Islam in China adlı eseri, alandaki bu boşluğu doldurma yönünde önemli bir katkı sunmaktadır.
Tefsir faaliyetinin başladığı zaman diliminden günümüze kadar geçen süreçte tefsire dair farklı tasniflerin ve ayırımların yapıldığı bilinmektedir. Klasik dönemde bazı emareleri görülse de özellikle çağdaş dönemde tefsir tarihine dair yapılan çalışmalarda tefsirler genel olarak “rivayet” ve “dirayet” şeklinde isimlendirilmektedir. Yapılan bu tanımlama ve kategorik bakış açısı tefsir tarihindeki eserlerin mahiyetini tam olarak yansıtamamakta, çalışma- ların hususiyetlerine yönelik eksik bir yaklaşımı beraberinde getirmektedir. Bilhassa “rivayet tefsiri” ifadesinin tefsir gelene ğinde nasıl bir alana tekabül ettiği, bunun tam olarak ne ifade ettiği hususu tartışmalı bir görünüm arz etmektedir. Bu çerçevede tefsirde “rivayet” kavramının ne anlama geldi ği, keyfiyetine dair ortaya çıkan yaklaşımları, tefsirde rivayetin değeri ve prob- lemli olduğu alanlar ı vb. meseleleri ayrıntılı ele alan bir çalışma Prof. Dr. Ali Karataş tarafından kaleme alınmıştır. Tefsir Geleneğinde Rivâyet adlı eser- de Karataş, genel tefsir müktesebatı bağlamında “rivayet” unsurunun bütün yönlerini ele almakta, tefsir çalışmaları için “rivayet”in merkezî bir konumda olup olmamasını araştırmakta, hadis ile tefsir sahasındaki “rivayet” algılarını incelemektedir.
من كانتو الإســلامي، الفكر في للجدل مثــارًا المســائل أكثــر إحــدى العبــاد أفعــال مســألة تُعتبــر لصلتها وذلك بينها، فيما والفروق الكلامية المذاهب تشــكل معالم حددت التي المســائل أبرز إحــدى كانــت كمــا الإلهيــة، والحكمــة العدالــة وʪلتــالي العبــاد، ومســؤولية ʪلتكليــف الوثيقــة عربي ابــن عنــد نجــده مــا للنظــر المُلفتــة النظــرʮت ومــن .وقــدره ﷲ قضــاء تفســير في المعضــلات مــن العبــاد عــن الجبــر ونفــي المســؤولية لتحقيــق محاولــة ٍ مــن تبعــه ومَــن (١٢٤٠م/٦٣٨ه .ت) مع يتوافق بما والقدر القضــاء وϦويل الماهيات، مجعوليــة بعــدم والقــول الثابتــة، الأعيــان خــلال .العالمين على ƅ “البالغــة الحجة”و “القدر ســر” التأويــل هــذا واعتبــار النظريــة، هــذه كتابــه علــى كيــزالتر مــع عــربي ابــن عنــد “الماهيــة اســتعدادات نظريــة” المقالــة هــذه في ســنتناول نضجــه فتــرة في ألفــه حيــث مؤلفاتــه؛ أواخــر مــن لكونــه وذلــك شــروحه؛ وأهــم الحكــم فصــوص ولكونه ϥفــكاره، فيه َّ حصــر الــذي مذهبــه خلاصــة يُمثِّــل هــذا كتابــه َّأن فضــلا ً والروحــي، العقلــي العباد أفعال ِ دراسة عند لنا َّبد ولا .الكتاب هذا في واضح بشكل المسألة هذه عن أفصح قد قضاء عــن يخــرج لا الكــون في مــا ُّكلإذ والقــدر؛ القضــاء مســألة تنــاول َ واختيــارِه حريتــه ومــدى معنى ببيان سنبدأ لذا القضاء، هذا من جزء ً إلا ليست الاختيارية وأفعاله والإنسان وقدره، ﷲ الأعيان معنى ســنبين ثم والفلاســفة، المتكلمين بتعريف ونقارنه عربي، ابن عند والقدر القضاء الحقائق إلا ليســت الكلية الأعيــان إذ الماهيــات؛ مجعوليــة في القــول ســنفصل َّثَــم ومــن الثابتــة، الجبر ونفي العبــد حريــة εثبــات وعلاقتهــا الماهيــة اســتعدادات نظريــة ســنتناول ثــم والماهيــات، للأقــوال موضوعــي تقييــم تقديــم ونحــاول النظريــة هــذه علــى للانتقــادات ســنعرض وأخيــرًا عنــه، .المســألة في
Prof.Dr. Recep Şentürk başkanlığında bir heyet tarafından hazırlanan Comparative Theories and Methods adlı kitap sosyal ve beşeri bilimler okuyan öğrencilere alanlarındaki çeşitli teorilerin ve metotların sistematik bir incelemesini sunmanın yanında alternatif bir teorik yaklaşım önermeyi de hedefleyen bir giriş kitabıdır. Kitabın alt başlığı olan Between Uniplexity and Multiplexity ifadesi eserde yer alan teorilerin ve metotların incelendiği çerçeveye işaret etmektedir. “Uniplexity” ve “multiplexity” kavramları sırasıyla “tek katmanlı/düzeyli” ve “çok katmanlı/düzeyli” olarak çevrilebilir. Katmandan veya düzeyden kastedilen, teorilerin ve metotların gerçekliği tek veya birden fazla farklı seviyede anlamlandıran, yorumlayan, açıklayan ve işleyen bir yapıda olmalarıdır. Multiplexity kavramı İslamî ilimler literatüründeki “merâtip” kavramını karşılayan bir terim olarak kullanılmıştır. Uniplexity ve multiplexity kavramları kitapta anlatılan bütün teoriler ve metotlar için bir tasnif kriteridir ve kitabın temel iddiası bu kavramlar etrafında şekillenmektedir.
Ebü’l-Hasan el-Havfî’nin (ö. 430/1039) el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân adlı eseri, kimi araştırmacılar tarafından “ulûmü’l-Kur’an” terkibini başlığında taşıyan ilk kapsamlı Kur’an ilimleri eseri olarak tanımlanırken, kimi araştırmacılar tarafından hacmi hakkındaki veriler sebebiyle tefsir kitabı olarak değerlendirilmiştir. Ancak bu türden bir niteleme ayrıntılı bir içerik incelemesini gerektirmektedir. el-Burhân incelendiğinde, eserde âyetlerin mushaf sırası gözetilerek kümelere ayrıldığı ve her âyet kümesi için önce dil bilimsel izahlara yer verildiği, ardından âyetlerin “el-kavl fi’l-kırâât”, “el-kavl fi’l-ma‘nâ ve’t-tefsîr” ve “el-kavl fi’l-vakf ve’t-temâm” başlıkları altında açıklandığı görülür. Müellif bu başlıklar arasında özellikle dil bilimsel izahlar, kıraat ve vakıf konularında özgün açıklamalarda bulunmaktadır. Ayrıca bu başlıklarda tefsir, bir alt disiplin olarak ele alınmaktadır. Bu sebeple Havfî’nin bu eserinde, hocası Ebû Bekir el-Üdfüvî (ö. 388/998) gibi tefsiri de dahil ettiği Kur’an ilimlerini tek tek âyetlere tatbik etmeyi amaçladığı söylenebilir. Ancak el-Burhân Kur’an ilimlerini tematik olarak ele almamaktadır. Eser, tefsir görünümü arzetmekte ve bir tefsir kitabından beklenen bilgileri içermektedir. Bunun yanı sıra tarih içerisinde de tefsir kitabiyatının ürünü olarak görüldüğü anlaşılmaktadır. Bu sebeple el-Burhân’ın tefsir ve Kur’an ilimleri kitabiyatı arasında bir telif olmakla birlikte tefsir literatürü içerisinde zikredilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır. Kısaca bu çalışmada Ebü’l-Hasan Ali b. İbrâhim b. Saîd b. Yûsuf el-Havfî’nin el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân adlı eserinin araştırmacıların dikkatine sunulması ve dahil edileceği literatürün tespiti amaçlanmıştır. Somut bir örnek olması açısından Ek’te eserden bir kesit sunulmuştur.
Klasik kaside formlarının kullanıldığı eski Arap şiirinde sembollerin varlığı ve bunların simgelediği anlamlar hemen her dönemde çeşitli incelemelere konu olmuştur. Bunun en güzel örneklerinden biri Tuğrâî’nin (ö. 515/1121) Lâmiyyetü’l-Acem adlı kasidesidir. Bu makale Lâmiyyetü’l-Acem’de sembolik anlatımın varlığına dair ortaya atılan tezleri konu edinmekte ve Tuğrâî’nin yapıtlarında sembolik ifadelerin yer aldığının gösterilmesi amaçlanmaktadır. Bunu gerçekleştirmek için makalenin girişinde kasidedeki sembollerle yakından ilişkili olan Tuğrâî’nin hayatı incelenecek, sonrasında ise Lâmiyyetü’l-Acem hakkında bilgi verilecektir. Peşi sıra sembollerin varlığı ile ilgili öne sürülen iddialar değerlendirilecek ve sonuç olarak Lâmiyyetü’l-Acem’in semboller üzerinden yorumlanabileceği iddia edilecektir.
Bağdat Abbâsî halifelerinin ikincisi ve kurumsal anlamda devletin gerçek kurucusu kabul edilen Ebû Ca‘fer el-Mansûr (136-158/754-775) tarafından Dicle nehrinin batı kıyısında 145-149 (762-766) yılları arasında kurulmuştur. Biri diğerinin içine geçmiş iki daire şeklindeki surlarından dolayı “el-medînetü’l-müdevvere” adıyla anılan Bağdat’ın en erken yapısı, şehrin merkezine uzanan dört ana cadde ve bu caddelerin surlarla kesiştikleri noktalarda yer alan dört kapısıyla tipik bir Mezopotamya şehrini yansıtmaktadır. Bağdat, Abbâsî ihtilalinin Emevîler’e (41-132/661-750) karşı kesin zaferinin ardından inşa edilmesi ve bu zaferde Emevîler tarafından dışlanan mevalinin önemli bir rolünün bulunması yönüyle, Abbâsî halifelerinin siyaset-toplum ilişkisini yeniden kurgulama girişimini ve iddiasını yansıtmaktadır. Halifenin toplumun bütün kesimlerine eşit mesafede olduğu düşüncesi, eski Mezopotamya şehir mimarisinde yaygın şekilde uygulanmış olan dairevi şehir planıyla vurgulanmıştır. Dairevi şehir, hendeği, çift suru, birbirine eşit açı ve uzaklıktaki dört kapısı, dairenin tam merkezindeki yönetim sarayı ve camisi ile Mezopotamya şehir tipinin içinde İslam şehrinin temel unsurlarının yer aldığı yeni bir yorum olarak ortaya çıkmıştır.
1980 askeri darbesinden sonra Türkiye’de yüksek öğretim sistemi yeni bir düzenlemeye tâbi tutulmuş ve bu alanda yeni bir dönem başlamıştır. Bu çerçevede Yükseköğretim Kurulu (YÖK) kurulmuş, farklı yüksek öğretim kurumları üniversiteye çevrilerek veya katılarak tek tip bir kurum haline getirilmiş (bunun bazı istisnaları vardır), üniversite sayısı ve buna bağlı olarak öğrenci sayısı artmıştır. Yeni dönemin bir başka yönü, ülkenin giderek dünyaya daha fazla açılmasının ve dünyadaki yeni siyasi (soğuk savaşın sona ermesi, Avrupa Birliği’nin [AB] kurulması gibi), iktisadi (başta Amerikan üniversitelerinde olmak üzere araştırma üniversitelerinin ve piyasa ilişkilerinin öne çıkması gibi) ve teknolojik (internet devrimi, e-kitap, dijital kaynaklar gibi) gelişmelerin yüksek öğretimin gelişmesine, yaygınlaşmasına ve dönüşmesine büyük bir katkı yapmış olmasıdır. Bütün bunlara bağlı olarak Türkiye’de de üniversiteye dair literatürde büyük bir artış ve çeşitlilik meydana gelmiştir. Bu artış ve çeşitlilik, nitelik olarak da yüksek öğretim ve üniversite tasavvurunda önemli bir gelişme kaydedildiğini göstermekle birlikte, 1990’lı ve 2000’li yılları başka askeri darbelerin gölgesinde harcayan ülkede, yüksek öğretim sisteminde ciddi bir sıçramanın ve dönüşümün olduğunu söylemek zordur. 1980 öncesi döneme dair yazdığım makalede Türkiye’de modern yüksek öğretim ve üniversite sistemi kurulurken, “Bir üniversite fikri var mıydı veya ciddi bir araştırma, değerlendirme yapıldı mı?” sorusunun cevabını aramıştım. Seksen sonrası dönemde de aynı soru etrafında literatürü inceleyeceğim. Literatürün genişliği sebebiyle bu makalede yüksek öğretim ve üniversite konulu tercüme eserleri ele aldım, telif eserlerle ilgili değerlendirmeyi ise bir başka çalışmaya bıraktım. Tercüme eserlerle ilgili buradaki değerlendirmeye, makale tercümeleri dahil edilmediği gibi belirli üniversiteleri veya belirli bir ülkenin yüksek öğretimini tanıtım amaçlı kitaplarla edebî eserler de alınmamıştır.
2010 yılında Paşanın Adamları: Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Ordu ve Modern Mısır adıyla tercümesi yapılmış çalışmasından sonra Mısırlı tarihçi Khaled Fahmy’nin (Hâlid Fehmî) ikinci eseri de Türkçe’ye kazandırılmış bulunuyor. Fahmy her iki kitabında da Kavalalı Mehmed Ali dönemine odaklanmakla birlikte ilkinde daha çok askeri modernleşme tartışmaları üzerinden Mısır’da yeni bir ordu inşası meselesini ele almakta ve Mısırlı milliyetçi anlatının Kavalalı etrafında oluşturmaya çalıştığı kurgu ve iddiaları eleştirmekteydi. Eleştirel tavrını korumakla birlikte (s. 140, 177-178), nispeten daha yüzeysel ve genel okuyucuya yönelik hazırlandığı hissedilen bu kitabında ise Kavalalı Mehmed Ali dönemini başından sonuna iktisadi, içtimai, askeri yönleriyle tahlil etmesinin yanı sıra daha çok siyasi açıdan ve Osmanlı bağlamında incelemeyi hedeflediği görülmektedir.
Büyük iktisat tarihçisi Mehmet Genç, 18 Mart 2021 Perşembe günü, bir buçuk yıldır akciğer kanseri tedavisi gördüğü Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde hayata veda etti ve ertesi gün cuma namazını müteakip Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından aynı caminin haziresinde defnedildi. Ömrünü Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde Osmanlı iktisat tarihinin problemlerini çözmeye çalışarak geçiren ve tozlu belgelerle didişirken derin karamsarlıklar da yaşayan Mehmet Genç, bir problemi çözdüğü, bir sorunun cevabını bulduğu zaman yaşadığı bütün sıkıntıları bir anda unutan su katılmamış bir ilim adamı, ömrünü Devlet-i Aliyye’nin yapısını anlamaya vakfetmiş bir iktisat tarihçisi, bilgisini ve yıllar boyunca çalışarak biriktirdiklerini isteyen herkesle cömertçe paylaşan mütevazı bir hoca, son derece zeki, sempatik, hoşsohbet, nüktedan ve güzel yüzünden tebessümü eksik etmeyen dost canlısı bir entelektüeldi.
Pre-Islamic Arabic poetry has been analyzed from the perspectives of various modern critical literary theories. It has been subject to manifold critical applications that include oral poetry theories, structuralist and anthropological literary theories. Kemal Abu Deeb, Adnan Haydar and especially Suzanne Pinckney Stetkevych are among the leading representatives of this phenomenon. Abu Deeb and Haydar apply specific structuralist techniques of analysis to the ancient Bedouin poetry, while Stetkevych proposes the paradigm of the “rite of passage” as formulated by Arnold van Gennep as a more applicable method to understanding Jāhilī poetry. She further argues that the three parts of the qaṣīda; the nasīb, raḥīl, and fakhr correspond to the three stages of the rite of passage; separation, liminality, and reaggregation. This article questions the applicability of such western literary theories in translation and analysis of pre-Islamic Arabic poetry and its rhetorical elements. Concentrating on Stetkevych’s arguments in a more detailed fashion, the article elaborates peculiar characteristics of pre-Islamic Arabic poetry and interrogates the applications of such western literary theories in understanding of this traditional form of poetry. It indicates that arbitrary classification and comparison of pre-Islamic poetical elements may not serve for any purpose other than deteriorating their original meanings and introducing additional complexities. It makes references to a good number of examples from her writings to arrive at the conclusion that for the sake of making certain pre-Islamic literary conventions comparable to western literary elements she pushes rhetorical components of both traditions into unnecessary, incomprehensible and complicated directions. The article appreciates industrious scholarly attempts at trying to integrate Arabic literature into world literature, but it still invites critical attention to the reconsideration some of their conclusions and generalizations. It revisits these arguments by way of comparing them to classical interpretations by indigenous Arabic literary authorities, especially in the cases of the two classical qaṣidas, namely the Mu‘allaqa of Imru’ al-Qays and the Bānat Su‘ād of Ka‘b b. Zuhayr. The article also questions Stetkevych’s generalizations based on these qaṣīdas regarding the issue of condemnation of poetry in Islam and articulates the contextual and historical peculiarities of this subject-matter.
Almanca olarak ilk basıldığından itibaren İslam kültür tarihine yeni bir tartışma ekleyen Thomas Bauer’in eserinin Türkçe’ye çevrilmesi ile tartışmalar Türk okuru arasında da yayılmaya başladı. On bölümden oluşan eser, İslam tarihi, kelam, tefsir, İslam hukuku, dil bilimi, psikoloji ve siyaset bilimine varıncaya kadar çeşitli alanlara ait bütüncül bir tema sunuyor. Bu alanlar arasından Kur’an-ı Kerim ilimlerine ve tefsire ayrılan pay dikkat çekiyor. Nitekim Kur’an tarihi, kıraat, tefsir, dil çalışmaları, çağdaş yorum kuramları ve Kur’an’ın tercümesi gibi meselelerden bahsetmesi konu çeşitliliğine delalet ediyor. Bütün bu çeşitlilik kitap içerisinde kendisine geniş bir yer buluyor. Bu alanlar, birbirinden kopuk bilgi yığını halinde yahut maddeleştirilmiş ders notu hüviyetinde sunulmuyor. Hepsi “müphemlik” çatısı altında, müdellel bir şekilde bir araya getirilmiş. Zaman zaman bazı konuların, bu çatının altına zorla dahil edilmesi hususu tartışmaya açık olsa da konuların müphemlik kavramı aracılığı ile tek bir merkeze raptedildiği görülüyor.
-
-
-
-
-
Lugatte “ordu, askerî birlik” anlamlarına gelen cünd (çoğulu: ecnâd), terim anlamıyla daha çok erken dönem İslam tarihinde Şam bölgesinde tesis edilen askerî-idarî bölgeleri ifade etmek için kullanılmıştır. Ninevâ (Ninova) savaşında Sâsânîler’i mağlup ederek bu bölgede yeniden hâkimiyet kuran Bizanslılar’ın elinde bulunan Şam bölgesi, müslümanların yaptıkları fetih harekâtının ardından İslam topraklarına dahil olmuştur. Fethinden sonra Şam bölgesinde başlangıçta Ürdün, Filistin, Dımaşk ve Humus cündleri kurulmuş, Emevîler döneminde ise bunlara beşinci cünd olarak Kınnesrîn eklenmiştir. İslam hâkimiyetindeki topraklar arasında yalnızca Şam bölgesinde uygulandığı tespit edilen cünd taksimatı, Abbâsîler döneminde de bazı değişikliklere uğramış, süreç içerisinde (özellikle Haçlı seferlerinin getirdiği kargaşa ortamıyla birlikte) dağılmaya yüz tutmuş ve zamanla bu uygulama terkedilmiştir. Bu makalede Şam cündlerinin ne zaman kurulduğu, ne tür değişiklikler geçirdiği, kapsamı ve bünyesindeki yerleşim yerleri ve ekonomik durumuna dair ayrıntılı bir araştırma yapılmıştır. Bununla birlikte cünd sisteminin, köken ve oluşum itibariyle ilk defa müslümanların teşkil ettikleri bir idarî sistem mi, yoksa yapısal anlamda önceki Bizans sisteminden mülhem mi sürdürüldüğü sorusunun yanıtı aranmaya çalışılmıştır. Sonuçta cünd sisteminin kuruluşunda kendi dinamiklerinin yanı sıra, birçok benzer yönlerinin bulunmasından dolayı önceki Bizans askerî-idarî sisteminden istifade edildiği tespit edilmiştir.
Bu makale erken İslam toplumunda hadisle meşgul olan âlimlerin halkalarını ve ilmî çevrelerini netleştirmeyi hedefleyen üç aşamalı bir metot önerisinde bulunmaktadır. Zaman olarak II. (VIII.) asrın ilk yarısıyla, coğrafi olarak da Basra şehriyle kayıtlanan makalede söz konusu metodun gerekçeleri, dayanakları ve işletilme tarzı etraflıca sunulmuş, ardından metodun sunduğu sonuçlar hadis tarihi bakımından değerlendirilmiştir. İlgili metot temelde birbirini tamamlayan ve yer yer revize eden üç aşamadan oluşmaktadır. İlk aşamada rivayet metinlerindeki hadislerin isnadları tarihî bir veri olarak kullanılıp ilk halka şemaları çıkartılmıştır. Bu şemaların çıkarılması için birtakım temel tabakat ve rical kaynakları taranarak bir üst râvi kümesi oluşturulmuş, belli işlemlerle râvi kümesi daraltılmış ve ulaşılan alt râvi kümesindeki her bir isim Ahmed b. Hanbel’in el-Müsned’i ve Abdürrezzâk b. Hemmâm ile İbn Ebû Şeybe’nin el-Musannef ’lerinin sınırlı sayıda isnadında taranmış, rivayet alıp veren şahısların irtibatlarının azlık ve çokluğuna göre râviler arasında hocalık-talebelik ilişkileri vazedilerek ilk halka şemalarına ulaşılmıştır. İkinci aşamada alt râvi kümesindeki her bir râvinin biyografisi rical kaynaklarında incelenmiş ve ilk aşamada tespit edilen hoca-talebe irtibatlarının isabeti test edilmiştir. Bu aşamada metodun birinci aşamasına bazı ilavelerde bulunulmuştur. Üçüncü ve son aşamada ise özellikle hadis usulü kaynakları hadis tarihinin temel bazı konuları çerçevesinde taranmış ve herhangi konuda aynı görüşü beyan eden âlimlerin arasındaki hoca-talebe irtibatı halka tespiti bağlamında değerlendirilmiştir. Mezkûr üç aşamanın ardından bir “Basra Hadis Halkaları” şemasına ulaşılmış ve bu bulgu aracılığı ile hadis tarihi hakkında birtakım tahlil ve tekliflere yer verilmiştir.
Tâbiînin ileri gelenlerinden olan ve rical âlimlerinin kāri, fakih ve sika bir âlim olduğunda ittifak ettikleri Mücâhid b. Cebr, tefsirde görüşlerine çokça müracaat edilen bir otoritedir. Şâfiî, Ahmed b. Hanbel, Buhârî ve Taberî gibi âlimlerin Mücâhid’in tefsirdeki görüşlerine itimat etmiş olmaları, bu durumun en önemli göstergesidir. Mücâhid bu özelliklerinin yanında, Kur’ân-ı Kerim’de bazı kıssaların anlatıldığı yerleri bizzat görmek için seyahat etmek, belirli konularda Ehl-i kitaba bilgi sormak ve tefsirde reye önem vermek gibi yönleriyle de dikkat çekmiştir. Rey tefsiri kapsamında değerlendirilebilecek olan ve kimi âyetlerin tefsirinde kullandığı “mesel/temsil” ifadesi, Mücâhid’in bazı âyetleri tevil etme eğiliminde olduğunu göstermektedir. Onun bu tür görüşleri, klasik dönemde ihtiyatla yaklaşılması gereken yorumlar olarak görülüp Taberî gibi müfessirlerce tenkit edilirken, çağdaş dönemde aklî tefsirin kapısını aralayan ve bu yönüyle Mu‘tezile gibi fırkaların tefsir anlayışına öncülük ettiği ileri sürülen bir müfessir olarak telakki edilmesine yol açmıştır. Bu makale Mücâhid’in tevillerinin mahiyetini ve ona nispet edilen farklı tefsir vecihlerinden bir kısmını konu edinecek, onun aklî tefsirin öncüsü olup olmadığı meselesini tartışacaktır.
Over the last fifteen years, apart from compulsory curricular studios, extracurricular intensive studios in architectural design (ISAD) have become a mainstream educational environment worldwide. ISADs cover an actual weight in non-formal architectural education. However, to date, there is no review on the methods, processes, or implementation of extracurricular ISADs. The field needs to enhance the visibility of workshop results with regular reporting of workshop activities to raise awareness among future professionals and the wider public. This review aims to make visible existing learning-teaching-experiencing environments and pedagogical conditions, practices, tendencies, and implementations in ISADs. The study follows three stages. It first conducts a scoping study to examine the research outputs on ISADs indexed in SCOPUS and Web of Science from January 1975 to September 2020. Second, it expands the workshop pool by including past ISADs reached via websites/papers. It codes each workshop with the codes and themes determined through the scoping study. Finally, it creates an interactive mapping detailing the following analysis: (1) Quantitative analysis of ISADs (Geographical distribution; outputs; principles, as elements creating the atmosphere and tactics); (2) Qualitative analysis to reveal the impact of workshop outputs on the interested stakeholders. The review suggests that ISADs, including their processes and outputs, contribute to the knowledge triangle in architecture by serving two fundamental roles: (1) A research-by-design activity to address socio-economic-ecological problems caused by the built environment; (2) A pioneering venture in improving the curriculum and practices of teaching and learning. Within the scope of the exigencies of the education field, this review uncovers the potential of ISADs in overcoming time-related, geographical, economic limitations; providing fresh perspectives on content and methods concerning architectural education; expanding the intellectual resources of students; enabling international collaboration between HEIs; breeding an experimental/flexible learning and research environment in the 1st and 2nd cycles to absorb ever-changing tools/methods promoted in professional/research sides of the field. This review provides the reader with an array of diverse teaching and learning practices on these non/informal grounds. The number of workshops included in this study is relatively small, therefore, researchers are encouraged to expand the number of workshops for further analysis.
25 Ağustos 1948’de Almanya’nın Berlin eyaletindeki Reinickendorf’ta dindar Katolik bir ailede doğan Harald Motzki, hayatının ilk altı yılını burada geçirdi. Daha sonra ailesiyle birlikte Almanya’nın güneybatısında yer alan Saarland eyaletinin başşehri olan Saarbrücken şehrine taşındı ve orada önce Katolik ilkokuluna, ardından ortaokul ve lise eğitiminin birlikte verildiği hümanist liseye devam etti. Dindar Katolik bir aileden gelen, kilise âyinlerinin müdavimi hatta âyin yardımcısı olan Motzki’nin hümanist öğretinin ön planda olduğu bu kurumda aldığı eğitim, onun hayatında oldukça önemli bir yere sahiptir. Zira burada aldığı hümanist öğretinin etkisiyle ilk defa bu dönemde kiliseye yönelik sorgulamalarda bulunmuştur. Saarland eyaletinin başşehri ve aynı zamanda Fransa ile Almanya sınırında bir şehir olan Saarbrücken’de yaşadığı çok kültürlü hayat ile kendisinin farklı kültürlere yönelik yoğun ilgisi, Motzki’nin bu yıllarında önemli izler bırakmıştır. Tarihe olan merakı sebebiyle gençlik yıllarında Antikçağ, Ortaçağ tarihi, eski Mısır ve başka kültürler hakkında yoğun okumalar yaptı. Özellikle lisede aldığı hümanist eğitimin tesiriyle Yunanistan, Roma ve felsefe hakkında çok kitap okuduğunu belirten Motzki, o dönemde Yunanca, Latince ve Fransızca da bilmekteydi. 1968 yılında tamamladığı lise eğitiminin, aslında onun hem ilgilerinde hem de üniversitedeki bölüm seçiminde etkili olduğu söylenebilir.
Türkiye’de hâkim olan tarih anlatısında Tanzimat Fermanı Batılılaşma’nın ve sekülerleşmenin doğum belgesidir. Tanzimat devrini laik Türkiye Cumhuriyeti’nin önceli olarak kurgulayan anlatıya göre fermanı Avrupa görmüş ve yabancı dil öğrenmiş aydın bürokrat Reşid Paşa hazırladı. Hem genç padişah hem devrin ileri gelen ricali ve uleması olaylara sadece seyirci kaldı. Butrus Abu-Manneh Tanzimat devri hakkındaki bu hâkim anlayışa meydan okudu, hem de nesildaşı Osmanlı tarihçileri tarafından ihmal edilmesine sebep olacak bir ısrarla.
1976 yılı Eylül ayında Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap Fars Dilleri Bölümü’ne kayıt olduğumuzda o dönemin siyasî atmosferinin de etkisiyle gecikmeden hocalar hakkında bilgi toplamaya çalışırdık. Söylenenler bir hocamızı nitelendiriyor ve gözler ona işaret ediyordu: “Zamanında derse girer, dersini dolu dolu işler ve zamanında dersten çıkar. Herkese eşit davranır, öğrencileri arasında ayırım yapmaz, asla kimseye haksızlık etmez, kimseyi kayırmaz. İslamî hassasiyetleri son derece güçlü, dakik, titiz disiplinli ve alanına hâkim bir hocadır. Eğer iyi çalışırsanız her zaman yetişmenize yardımcı olur, çalışmayana babasının oğlu dahi olsa hak etmediği hiçbir şeyi vermez. Karadenizli örnek bir hocadır. Bölümün en kalitelisidir: Doç.Dr. M. Nazif Şahinoğlu.” Ben de bu vesileyle hep ona yakın olmak ve ondan istifade etmek istedim, çünkü İmam-Hatip Lisesi’nde hocalarımın tavsiyesiyle seçtiğim bu bölümde yegâne amacım akademik çalışmalar yapmaktı. Bu yazımda bir vefa borcu olarak dilimin döndüğü ve aklımda kaldığı kadarıyla hocamı anlatmaya çalışacağım.
Kitap, yazarın Harvard Üniversitesi’nde 2012 yılında tamamladığı Encyclopaedism in the Mamluk Period: The Composition of Shihāb al-Dīn al-Nuwayrī’s (d. 1333) ‘Nihāyat al-Arab fī Funūn al-Adab’ başlıklı doktora tezinin geliştirilmiş halidir. Çalışma, Memlükler dönemi literatürü içerisinde en hacimli ve ihtiva ettiği konular bakımından en kapsamlı eserlerden biri kabul edilen Nihâyetü’l-ereb fî fünûni’l-edeb’in üretildiği kültürel ortama, kaynaklarına, konu tasnifine, inşâ ve telif usullerine dair dikkatli bir inceleme sunmaktadır. Eserin müellifi Şehâbeddin en-Nüveyrî’nin (ö. 733/1333) ulema, ilim kurumları, Memlük idarecileri, idarî teşkilatı ve bürokratik mansıpları arasında geçen çok yönlü hayatı da titizlikle bu incelemeye dahil edilmektedir.
İlhanlı döneminin kudretli devlet adamı Reşîdüddin Fazlullah (ö. 718/1318) tarih, siyaset, tefsir, tıp, felsefe, ziraat, jeoloji sahalarında muhtelif eserler telif etmiş, görevde bulunduğu süre zarfında pek çok imar faaliyetine girişmiş, inşa ettirdiği Rab‘-ı Reşîdî gibi bir ilim merkezi ile büyük bir ufuk sahibi olduğunu göstermiştir. İnşa ettirdiği bu ilim merkezi maalesef azledilip idam edilmesinin ardından muhalifleri tarafından yerle bir edilmiştir. Tarih sahasında kaleme aldığı Câmiu’t-tevârîh, bilinen ilk dünya tarihi olarak kabul edilmektedir. Reşîdüddin Fazlullah’ın eserlerinden bir kısmı muhtelif risalelerden oluşmuş mecmualar şeklindedir. Farklı konularda kaleme alınmış risalelerden oluşan eserlerinden biri olan Mecmûa-i Reşîdiyye bizzat müellifin kendisi tarafından bir araya getirilerek tasnif edilmiş dört kitaptan oluşmuştur. Eseri Câmiu’t-tevârîh’i tamamladıktan sonra Olcaytu’nun (1304-1316) teşvikiyle Kur’an ilimleri alanında bazı mânaları açmak ve şerhetmek maksadıyla telif ettiğini kendisi bizzat belirtmiştir.
Abbâsîler, Mâverâünnehir’den Endülüs’e, Kafkasya’dan Yemen’e kadar Emevîler’den tevarüs ettikleri bölgeleri hâkimiyetleri altında bulundurmuşlardır. Ancak zamanla merkezî hilafetin bünyesinde yaşanan iktidar mücadeleleri ve büyük bir coğrafyaya yayılan devleti tek merkezden idare etmenin getirdiği zorluklar II. (VIII.) asrın ortalarından itibaren farklı bölgelerde bağımsız veya yarı bağımsız hanedanların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Özellikle IV. (X.) asırdan itibaren yoğun bir şekilde ortaya çıkan ve bir kısmı devletin yıkılışına kadar varlığını devam ettiren bu hanedanlar, siyasî ve idarî açıdan kurdukları düzenlerini devam ettirmişler ve zaman zaman Abbâsîler’e karşı bir tavır içerisinde olmaktan da geri durmamışlardır. Bu noktada söz konusu hanedanların siyasî ve idarî faaliyetleriyle başta Abbâsî halifeliği olmak üzere diğer hanedanlarla kurdukları ilişkiler Abbâsî tarihini merkeze alan tarih kaynaklarında nispeten daha az yer almıştır. Dolayısıyla Abbâsîler’in hâkim olduğu merkezî Irak toprakları dışındaki bölgelerle ilgili araştırma yapmak isteyenlerin bu hanedanların tarihinden bahseden kaynaklara başvurmaları gerekmektedir.
Sonja Brentjes, 1970’lerde başladığı bilim tarihi çalışmalarını miladi 800-1700 tarihleri arasındaki İslam toplumlarında matematik, haritacılık ve eğitim kurumları alanları odağında sürdürür. Bunun bir uzantısı olarak bilimsel bilginin kültürler arası etkileşimdeki konumu meselesini de özellikle son yirmi yılda yaptığı çalışmalarda ele almaktadır. Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, İspanya ve İngiltere’de profesör düzeyinde çeşitli akademik tecrübelerden sonra 2012’den itibaren Berlin’deki Max Planck Enstitüsü (MPIWG) bünyesinde serbest araştırmacı olarak araştırmalarına devam etmektedir. Brentjes’in özellikle kurumlarda ve sosyal yapı içerisinde bilim eğitiminin yerini esas alan birçok yayını vardır.
İslâm kültürü ve medeniyetinde, bir kitabın telifi kadar, sonraki nesillere intikal süreci de büyük önem taşımaktadır. Kitabın talebeye intikali (tedris), talebenin hocasından kitabı okuması (semâ/kıraat), kitabı çoğaltması (istinsah), hocasının nüshasıyla karşılaştırması (mukabele), sonra talebenin aynı tarzda bu nüshayı talebesine okutması, okutma esnasında okutulan nüsha üzerine kitabı okuyanların isminin kaydı (semâ kaydı), nüshanın ne zaman, nerede ve kimin tarafından çoğaltıldığına dair tutulan kayıtlar (istinsah/ferağ kaydı) ve müteselsilen böylece devam edip giden tedris ve tederrüs süreçleriyle asırlarca süren bir intikal serüveni… Bütün bunlar matbaanın bulunmadığı bir ortamda kitapların sahih bir şekilde nakil ve neşri için ciddi bir çaba ve özeni gerektiren çalışmalar olarak işlev görmüş ve tarihteki yerini almıştır.
Bu çalışma Osmanlı ulemâsından Ebüssuûd Efendi’nin Zemahşerî’nin Fetih sûresinin ilk âyetleri hakkındaki görüşleri üzerine kaleme aldığı risâlenin tahkikli neşrinden oluşmaktadır. Risâle, Ebüssuûd’un el-Keşşâf tefsirinin farklı sûreleri üzerine yazdığı ve pek çoğu yazma olarak bulunan hâşiyelerinden biridir. Ebüssuûd, Kanûnî Sultan Süleyman ile birlikte çıktığı Avrupa/Macaristan seferi sırasında risâleyi kaleme almıştır (950/1543). Sefer uzun sürmüş, Estergon ve Belgrad kalelerinin ele geçirilmesi sırasında padişah ile aralarında bir ders halkası kurulmuştur. Bu halkada Zemahşerî’nin el-Keşşâf adlı tefsirini mütalaa etmişler ve bir fetih seferinde bulunmalarından dolayı Fetih sûresini esas almışlardır. Ebüssuûd, Zemahşerî’nin insanların kendi fiillerini yarattıkları temeline dayanan ve Mekke’nin fethi hadisesinin bir insan eylemi olarak Hz. Peygamber tarafından gerçekleştirildiği şeklindeki görüşlerini tahlil etmiştir. Fiillerin yaratılması, illet, Kur’ân-ı Kerim’de mâzi fiillerin gelecek zaman anlamında kullanılması, hakikat-mecaz dengesi, tevil yöntemleri gibi konuların ele alındığı hâşiye, Zemahşerî’nin düşünce kodlarına bağlı kalarak bütüncül bir yorum sağlama imkânlarını sorgulaması bakımından dikkat çekmektedir.
Mevlevî âdap ve erkânını konu edinen bu makale, et-Tuhfetü’l-behiyye fi’t-tarîkati’l-Mevleviyye ve es-Sohbetü’s-sâfiye adlı eserleri bağlamında Köseç Ahmed Dede (ö. 1191/1777) ve Şeyh Galib’in (ö. 1213/1799) Mevlevîlik’te düşünceye ve uygulamaya ilişkin katkılarını ortaya çıkarma amacı taşımaktadır. Konuyla ilgili mevcut çalışmalardan farklı olarak Mevlevî âdap ve erkânının yüzyıllara göre gelişim ve değişiminin takibini mümkün kılma hedefiyle hazırlanan bu makalede biat, zikir, mukabele, çile ve şeyh-mürit âdabı gibi beş temel mesele merkeze alınmaktadır. Söz konusu beş temel mesele üzerinden, ilgili literatüre katkıda bulunmuş olan müelliflerin ittifak ve ihtilaf ettikleri esasların ve yaptıkları ilavelerin tespitine odaklanılmıştır. Bu itibarla Köseç Ahmed Dede ve Şeyh Galib’in Mevlevîliğin âdap ve erkânına dair fikir, vurgu ve içtihatları belirginleştirilmiş, onların gerek selefleri gerekse halefleriyle mukayesesine imkân sağlanmıştır. Bu noktada makale, Mevlevî âdap ve erkânını teşkil eden ana unsurların neredeyse tamamında ilk ayrıntılı açıklamanın Köseç Ahmed Dede’ye ait olduğu ve yaptığı mühim değerlendirmelerin yanı sıra dikkatlere sunduğu üçlü sâlik anlayışı ile Şeyh Galib’in ilgili literatüre yeni bir anlatım kazandırdığı iddiasını taşımaktadır. Ayrıca bu makale Mevlevî âdap ve erkânını takdim etmede takip ettiği metodun bir sonucu olarak söz konusu âdap ve erkânın tarikatın kuruluşundan itibaren ilk iki asırda müesses hale geldiğine dair mevcut kabulün gözden geçirilmesi gerektiği önerisini de içermektedir.
Bu makalede V. (XI.) yüzyıla kadar Endülüs kaynaklarında bir şehir olarak adına rastlanmayan Gırnata’nın (Granada) Endülüs Emevî Devleti’nin yıkılış yılları ile başlayan ve mülûkü’t-tavâif dönemi boyunca devam eden şehirleşme süreci ilmî faaliyetler merkezinde ele alınmaktadır. Endülüs’te İslam hâkimiyetinin en uzun sürdüğü şehir olan Gırnata’nın fetihten V. (XI.) yüzyıla kadarki dönemde idarî açıdan İlbîre’ye (Elvira) bağlı ve kaynaklarda adı ancak birkaç yerde geçen küçük bir yerleşim birimi olduğu görülür. Gırnata’da şehirleşme, V. (XI.) yüzyılın ilk çeyreğinde, Endülüs Emevî Devleti’nin yıkılış sürecinde öne çıkan Berberî ailelerden biri olan Zîrîler’in, kısa bir süre önce yerleştikleri İlbîre’den ayrılarak buraya yerleşmeleriyle başlamıştır. Gırnata’nın değişen idarî ve siyasî konumu şehirde sürdürülen ilmî faaliyetlere de yansımıştır. Gırnata’da mülûkü’t-tavâif dönemine kadar kayda değer herhangi bir ilmî faaliyete rastlanmazken, bahsi geçen dönemde Zîrîler’in idaresi altında canlı bir ilmî hareketlilik başlamıştır. Bu dönemde Gırnatalı öğrencilerin Endülüs içinde ve dışına gerçekleştirdikleri rihleler yoluyla Gırnata’ya zengin bir ilmî birikim taşınmış ve Gırnatalı ulema aileleri ortaya çıkmıştır. Zîrîler’in idaresi altında Gırnata, V. (XI.) asır başlarında İlbîre’den aldığı göç sonucu ve aynı yıllarda Kurtuba’da (Córdoba) yaşanan sosyal problemler sebebiyle buradan ayrılan çok sayıda ilim adamının yerleştikleri şehirlerden biri haline gelmiş ve süratle bir ilim merkezi olma yoluna girmiştir.
Bu makale İbn Sînâ’nın “ikinci makuller” görüşünün kendinden önce süregelen dil-mantık tartışmasına bir cevap olarak geliştirildiğini göstermeyi amaçlamaktadır. İbn Sînâ’nın yaşadığı asırdan bir asır önce Bağdat felsefe okulunu kuran mantıkçılarından biri olarak Ebû Bişr Mettâ’nın (ö. 328/940) dilci Sîrâfî ile (ö. 365/977) girdiği tartışmadaki durumu okulun sonraki mensuplarını tatmin etmemiş gözükmektedir. Bu yüzden Mettâ’nın doğrudan öğrencileri olan Fârâbî (ö. 338/950) ve Yahyâ b. Adî (ö. 362/974) gibi okulun sonraki mensupları bu tartışmaya yönelik yeni cevaplar üretmeye başlamış, böylece tartışma içinde hocalarını yetersiz gördükleri hususları tamamlamak istemişlerdir. Bu bağlamda onların çabası, dilden ayrı bir konusunun olduğunu göstermek suretiyle mantığın konumunu belirginleştirmek şeklinde olmuştur. Bağdat okulu mantıkçıları bunu yapmak için mantığın konusunun “tümel anlamlar ve onlara delalet eden lafızlar” olduğunu vurgulamış ve böylece mantığın, lafızları dil biliminde olduğu gibi incelemediğini göstermek istemişlerdir. Buna rağmen lafızlar hâlâ mantığın konusu olarak kalmıştır. Bu ilmin konusunun belirginleştirilmesi yönündeki tutum aynıyla İbn Sînâ’nın eserlerinde de görülmektedir. Ancak seleflerinden farklı olarak o, mantığın konusunun lafızlarla ilişkilendirilmesinden oldukça rahatsız olmuş ve önceki filozofları bu hususta eleştirmiştir. İbn Sînâ’ya göre çözüm, mantığın konusu olan şeyleri lafızlardan bağımsız olarak ele almaktır ki “ikinci makuller” öğretisi, kendisinin “konusu itibariyle mantığı dilden soyutlama” düşüncesine güçlü bir argüman teşkil etmiştir. İşte bu yazı İbn Sînâ’nın bu öğretisini önceki filozoflara yönelik eleştirisiyle birlikte yorumlamakta ve dil-mantık tartışmasına bir cevap olarak değerlendirmektedir.
Fuat Sezgin 24 Ekim 1924 tarihinde Bitlis’te doğdu. Babası âlimdi. İlkokulu Doğubayazıt’ta, ortaokul ve liseyi Erzurum’da okudu. Üniversite eğitimi için 1943 yılında İstanbul’a gitti. Sezgin, İstanbul’a ilk gittiğinde matematik okuyup mühendis olmak istediğini, fakat bir yakının yönlendirmesiyle Alman şarkiyatçı Hellmut Ritter’le tanışıp ondan çok etkilenerek ilgisini şarkiyata yönlendirdiğini ifade etmiştir. Bu itibarla İstanbul Üniversitesi Şarkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nde Ritter’in öğrencisi oldu. Aynı yıl Nazi Almanyası’nın Bulgaristan’a kadar ilerlemesi sonucu teyakkuza geçen Türkiye’de üniversitelerin güvenlik sebebiyle kapatılması, onun için bir fırsata dönüştü. Hocasının tavsiyesi üzerine Arapça öğrenmeye yoğunlaşan Sezgin, altı ay boyunca olağanüstü bir özveri göstererek Arapça’ya aşinalık kazandı. Bireysel teşebbüsle sürdürdüğü Arapça öğrenimini, Muhammed et-Taberî’nin (ö. 310/923) tefsirini, Türkçe meallerle karşılaştırmalı okuyarak gerçekleştirdiğini bizzat söylemiştir.
İslâm bilim tarihi ya da İslâm tıp tarihi gibi bu başlığın daha spesifik türlerineve İslâm bilim tarihi yazıcılığına hayli uzun bir zamandır Batı akademyasınındikkatle eğildiği bilinmektedir. Farklı teoriler ve söylemler çerçevesindeortaya çıkmış devâsâ literatürden sonra Fuat Sezgin, George Saliba veRüşdî Râşid gibi bilim tarihçilerinin öncülüğünde İslâm bilim tarihi çalışmalarıfarklı bir evreye girmiştir. İlim dünyasının İslâm bilim tarihine yönelikalgısının değişmesinde merhum Fuat Sezgin’in olağanüstü gayretlerini veözellikle onun Wissenschaft und Technik im Islam (İslâm’da Bilim ve Teknik,I-V, İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Yayınları, 2008) ilemuhallet eseri Geschichte des arabischen Schrifttums’u, yaygın olarak bilinen kısaltmasıyla GAS’ı zikretmek gerekir. Toplam on yedi cilt olan GAS’ın ilk cildinin Türkçe’ye çevrildiğini de hatırlatalım (Arap-İslâm Bilimleri Tarihi, I, İstanbul: Prof.Dr. Fuat Sezgin İslam Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı Yayınları, 2015). Diğer yandan daha mütevazi eserlerin de alana olan katkısı yadsınamaz.Rüşdî Râşid’in editörlüğünde yayımlanan üç ciltlik Encyclopedia of Historyof the Islamic Sciences (London&New York: Routledge, 1996) ile George Saliba’nın Islamic Science and the Making of the European Renaissance (Cambridge: The MIT Press, 2007) adlı eserini de bu halkaya ekleyebiliriz. Türkçe’de ise İslâm bilim tarihinin özellikle Osmanlı dönemi için IRCICA tarafından yayımlanmış literatür çalışmaları büyük bir hizmet olarak görülmeli, ayrıca İhsan Fazlıoğlu’nun birçok çalışması bu alanda yapılan yöntem yanlışlarına, eksikliklere dikkat çekmesi açısından önemli olmalarının ötesinde bilhassa Seçluklu ve Osmanlı bilim mirasının bilinmeyen mümtaz şahsiyetlerini ve eserlerini ilim dünyasının dikkatlerine sunmuş, kavram ve teori düzeyinde yeni ufuklar açmıştır. Nihayet İslâm Düşünce Atlası’nın (ed. İbrahim Halil Üçer, I-III, Konya: Konya Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları, 2017) İslâm düşünce ve ilim tarihinin dönemlendirilmesi üzerine yaptığı öneriler, coğrafyalar arasındaki etkileşimler ve âlimlerin ilişkilerine yönelen bakışı başta olmak üzere birçok açıdan heyecan verici bir çalışma olduğunu ifade etmek gerekir.
Tasavvuf tarihinde daha çok şerhe konu olan etkili eserleriyle tanınan Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin bir şârih kimliği ile eser yazması literatür açısından dikkate değer bir durumdur. İbnü’l-Arabî’nin üzerine şerh yazdığı Hal‘u’n-na‘leyn’in gerek muhtevası gerekse müellifi Ebü’l-Kāsım İbn Kasî’nin siyasî ve toplumsal süreçlere öncülük etmesi, hem klasik dönem yazarları hem de modern dönem araştırmacıları arasında esere dönük ilgiyi canlı tutmuştur. Ne var ki Türkçe’de Endülüs’ü merkeze alan tasavvuf çalışmaları henüz çok az sayıdadır. Aslında Hal‘u’n-na‘leyn müellifi İbn Kasî’nin siyasî faaliyetleriyle irtibatlı olarak, konunun tarih çalışmalarında daha çok siyasî yönüyle ele alınışı, böyle bir çalışma alanının tasavvuf araştırmalarıyla sınırlı kalmadığını ve karşılaştırmalı bir bağlam gerektirdiğini göstermektedir.
Dünya genelinde Endonezya’dan sonra en fazla müslümanın bulunduğu ülke, 200 milyon müslümana ev sahipliği yapan Hindistan’dır. İslâm’ın ilk yıllarına kadar uzanan bölgedeki müslüman varlığı, Gazneliler’le başlayıp Bâbürlüler’le son bulan Türk İslâm hâkimiyeti döneminde güçlenerek devam etmiştir. Bu süreçte müslümanlar çeşitli sahalarda yaptıkları çalışmalarla Hint kültür tarihine kalıcı izler bırakmışlardır. Dolayısıyla onlar, günümüzde Hindular karşısında azınlık konumunda olsalar da bulundukları topraklara değer katan önemli bir unsurdur.
Türkiye’de tasavvufun akademik bir disiplin olarak kabul görmesinden bu yana yapılan akademik üretimin daha ziyade tasvirî çalışmalardan ibaret ve metin neşrine yönelik olduğu bilinmektedir. Bununla beraber tasavvuf tarihinin belirli dönemlerinin tasvir düzeyinde dahi yeterince ele alınmadığı da bir gerçektir. Bu dönemlerin başında hicrî ilk dört asır, yani tasavvufun teşekkül dönemi gelir. Metin neşri ve tercümeler açısından dahi yeterince üzerinde durulmayan bu dönemin sûfî/müellif, eser ve fikir haritaları çıkarılmadan tasavvufun oluşumunu tam manasıyla idrak etmek mümkün görünmemektedir.Oryantalistlerin tasavvufa dair çalışmaları ilk önce tasavvufun kökenini anlamaya yoğunlaşmışken ülkemizde henüz bu sorun ciddi olarak ele alınmamıştır. Halen genel kabul gören zühd dönemi, tasavvuf dönemi ve tarikatlar dönemi şeklindeki dönemlendirme de sorgulanmalı ve yeni araştırmalar ışığında gözden geçirilmelidir.
Bu makale Osmanlı Devleti’nin çeşitli kurumlarında müderrislik ve kadılık görevi yapmış olan Hüsam Çelebi’nin (ö. 926/1520), sûfîlerin dînî ayinleriyle ilgili kaleme aldığı Risâle fî raksi’l-mutasavvife adlı eserini ele almaktadır. Eserde sûfîlerin zikirleri esnasında icrâ ettikleri birtakım ritüellerin İslam dininde hükmünün ne olduğuna detaylı olarak cevap verilmektedir. Bu risaleden bazı meşhur âlimlerin alıntılar yaparak istifade etmeleri ve risalenin birkaç defa istinsah yoluyla çoğaltılması, söz konusu risalenin tahkik yapılacak kadar önemli olduğunu gösterir. Ayrıca bazı kaynaklarda söz konusu müellifin sûfî ritüellere karşı çıktığı ve olumsuz cevaplar verdiği de zikredilmiştir. Hâlbuki müellif bu konulara karşı çıkmamış, bilakis desteklemiş ve mutasavvıflara ılımlı baktığını bu eserle göstermiştir. Müellif, konuyu incelerken fıkıh, fetva, tefsir, hadis, kelam ve tasavvuf alanında kaleme alınmış yirminin üzerinde kaynaktan yararlanmıştır. Konunun mezhepler arası mukayesesini yapmak için de ilgili mezheplerin temel ve muteber kaynaklarından istifade etmiştir.
Bu makalede XVIII. yüzyıl Osmanlı âlimlerinden Saçaklızâde Mehmed Efendi’nin (ö. 1145/ 1732) Risâletü’l-irâdeti’l-cüz’iyye’sinde Tanrı’nın her şeyi yaratmasıyla insanın özgürlüğü arasındaki ikilemi, iradenin ontolojisine yönelik bir soruşturma üzerinden nasıl çözüme kavuşturduğu ele alınacak, ayrıca söz konusu risâlenin tahkik ve tercümesi yapılacaktır. Kelâmın, başlangıç döneminden itibaren tartışmalı konularından birini oluşturan insanın fâilliği sorunu, müteahhirîn dönemi Mâtürîdî kelâmında, Sadrüşşerîa Ubeydullah b. Mes‘ûd (ö. 747/1346) tarafından geliştirilen ve fiilin anlamları arasındaki ayırıma ve bu iki anlamın varlık tarzlarına ilişkin soruşturmaya dayanan yeni bir fiil teorisiyle ele alınmıştır. Buna göre fiilin mastar anlamı, fiilin “şey olmayan yönü”nü; mastarla hâsıl olan anlamı ise, “şey olan yönü”nü teşkil etmektedir. Böylece geleneksel bir biçimde “İnsan fiilleri şeydir” / “Her şey Tanrı tarafından yaratılmıştır” / “Öyleyse insan fiilleri de Tanrı tarafından yaratılmıştır” şeklinde kurulan bir kıyasın sonucu olarak karşımıza çıkan, insanın fiillerinin nihaî tahlilde Tanrı’ya dayanıyor oluşunun doğuracağı cebir problemi, fiilin şey, dolayısıyla mevcut olmayan bir yönünün tespit edilmesiyle çözülmeye çalışılmış olmaktadır. Saçaklızâde Risâletü’l-irâdeti’l-cüz’iyye’de, Sadrüşşerîa tarafından ileri sürülen söz konusu fiil teorisini alımlamış; onun “fiilin anlamları arasında yaptığı ayırımın, bir fiil olarak “irade” için de geçerli olacağını öne sürmüştür. O, iradenin, fiilin iki tarafından birine yönelik belirleyici sıfat (es-sıfatü’l-muhassısa) ve söz konusu belirleyici sıfatın var edilmesi (îkā‘) şeklindeki iki anlamını ayırarak, birincisinin şey; ikincisinin ise varlık ve yoklukla nitelenemeyip hal olduğunu, dolayısıyla Tanrı tarafından yaratılmış (mahlûk) olamayacağını ileri sürmüştür. Bunun yanı sıra Saçaklızâde, söz konusu ikinci anlamın insan fiillerinin nihaî dayanağını teşkil eden tercihe karşılık geldiğini belirtir. Ona göre Tanrı’nın her şeyin yaratıcısı oluşuna halel getirmeden insanın özgür olduğunu ileri sürmenin yolu irade, ihtiyar ve tercihin varlık, yokluk, şey ve mahlûk olmadığını tespit etmekten geçmektedir.
Şiî cemaatlerin hicrî ilk üç asır boyunca İslâm toplumunun ana bünyesini teşkil eden ehl-i hadisten ayrışma ve mezhepleşme sürecinde yaşananlar sadece bir dinî yapının kimlik bulma süreciyle değil aynı zamanda Sünnî hadis tarihi ile de pek çok açıdan ilgilidir. Bu çalışma bir açıdan Sünnî-Şiî rivayet geçişkenliklerine dair birtakım yargılarda bulunsa da temelde rivayet geçişleri esnasında vuku bulan bağlam değişimlerini tespit etmeyi hedeflemektedir. Bu tespit, uydurma faaliyetleri ve meşru bir zemini bulunmayan tevil çabaları kadar olmasa da yeniden inşa edilen hadis bağlamlarının mezhebî kabulleri desteklemedeki rolü hakkında fikir verecektir. Bağlam değişimleri birden fazla surette gerçekleşmektedir. Öncelikle bir kaynaktaki rivayet, farklı bir kaynakta bambaşka bir arka plan bilgisiyle sunulabilmekte, uzun bir rivayetin bir kısmı ayrıştırılarak bir veya aynı anlatının içerisine yerleştirilen birden fazla rivayetle yan yana anılabilmekte veya aynı bağlamla aktarılsa da kendisine yüklenen yeni anlam dolayısıyla aslî kastından uzaklaşabilmektedir. Özellikle fezâil ve mesâlib türü rivayetler ile polemik türü anlatılar bu takibi yapmak açısından hayli işlevseldir. Mezkûr geçişkenliği temin eden ve büyük oranda Şiî eğilimlere sahip olmakla itham edilen râvilerin belirlenmesi ise Şiî cemaatlerin ehl-i hadisten bağımsız olarak ilim yapma becerisini kazanma dönemlerine ışık tutabilir.
Ortaçağ Yahudi düşüncesinde akılcı çizgiye karşı gelenekçi çizginin en önemli savunucularından olan Endülüslü Yahudi şair ve düşünür Yehuda Halevi (ö. 1141), Siyon üzerine yazdığı dinî-milliyetçi mahiyetteki şiirlerinin yanı sıra el-Kitâbü’l-Hazerî ya da Sefer ha-Kuzari adlı polemik kitabıyla, hem kendi döneminde hem de sonraki dönemlerde Yahudiler üzerinde etkili olmuş bir şahsiyettir. Halevi, Türk akademyasında fazla tanınmasa da, gerek şiirleri gerekse Kuzari’de ortaya koyduğu görüşleri üzerine Batı’da önemli çalışmalar yapılmıştır. Bu makale, konu üzerine oluşturulmuş zengin ikincil literatürü dikkate alacak şekilde, Halevi’yi ve Kuzari’sini tanıtmayı ve Kuzari’de ortaya konan Yahudilik savunusu ve İslâm eleştirisini temel noktalar üzerinden değerlendirmeyi amaçlamaktadır.
-