14 sonuç

Tarama Sonuç Kümeleri
Tümünü Listeye Ekle
Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin tam ortasında Türkiye’nin İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği teşebbüsüne itiraz etmesi ittifak içerisinde ciddi bir krize neden olmuştur. Kriz her ne kadar Türkiye, Finlandiya ve İsveç arasında imzalanan üçlü mutabakat metni ile çözülmüşse de Ankara’nın sıkça veto kartına başvurması ittifakın üyeleri arasında büyük kaygı yaratmıştır. Bu kaygılar NATO üyeleri arasında karar alma mekanizmalarına dair reform gerekliliği tartışmalarını alevlendirmiş ve Türkiye’nin ittifakın sorun çıkaran üyesi olarak tanımlanmasına neden olmuştur. Medyada yer alan haberlere göre Türkiye, 2009 ve 2022 arasında en az altı NATO kararını veto etmiştir. Veto krizlerinin sayısı ve sıklığı Türkiye’nin vetoyu önemli bir dış politika yapma enstrümanı olarak kullandığı ve gelecekte de bu şekilde kullanabileceğini göstermektedir. Çalışma, bu varsayımdan hareketle, Türkiye-NATO ilişkilerindeki veto krizlerini mukayese ederek Türk dış politikası üzerine var olan literatüre katkıda bulunmayı hedeflemektedir. Çalışma bu bağlamda veto krizleri arasında benzerlik ve farklılıkları, her veto vakasının sebepleri, kısa vadeli etkileri ve sonuçlarını tartışarak ortaya koymayı da amaçlamaktadır. Çalışmada karşılaştırmalı vaka analizi yöntemi kullanılacak ve bulgular altı vaka üzerinden değerlendirilecektir
Kliniğimizde off-pump ve on-pump koroner arter bypass greft (KABG) cerrahisi yapılan kronik obstrüktifakciğer hastalıklı (KOAH) hastalardaki sonuçlarımızı sunmak. Ocak 2014 – Aralık 2017 tarihleri arasında KABGyapılmış olan ve KOAH’ı (FEV1/FVC ≤ 0.7) olan 52 hasta çalışmaya dâhil edildi. 52 hastadan off-pump KABGyapılan 27 hasta Grup 1’i on-pump KABG yapılan 25 hasta ise Grup 2’yi oluşturdu. Tüm hastaların anamnezi, fizikmuayene bulguları, akciğer grafisi, spirometrik ölçüm bulguları ve arteriyel kan gazları değerlendirildi. Her ikigruptaki hastaların operasyon ile ilgili verileri ve postoperatif dönemdeki verileri karşılaştırıldı. Gruplar arasında yaş,cinsiyet, sigara kullanımı, hipertansiyon, diyabet, hiperlipidemi ve ek hastalıklar yönünden bir fark yoktu. Aynışeklide preoperatif spirometri değerleri ile arteryel kan gazındaki parsiyel oksijen satürasyonunda gruplar arasındafark yoktu. Mekanik ventilatör destek süresi, inotropik destek, steroid ve bronkodilatatör kullanımı, yoğun bakımdave hastanede yatış süresi Grup 1’de istatiksel olarak anlamlı olacak şekilde kısa idi. Postoperatif dönemde oluşankomplikasyonlardan bronkospazm ve atelektazi Grup 1’de anlamlı olarak düşük idi. Diğer komplikasyonlar Grup1’de az olsa da istatiksel olarak anlamlı değildi. Grup 2’ de 1 hastada mortalite olurken Grup 1’de mortalite olmadı.KOAH'lı hastalarda koroner bypass cerrahisinin kardiyopulmoner bypassa girilmeden off-pump olarak yapılmasımorbidite ve mortaliteyi önemli oranlarda azaltabileceği kanaatindeyiz.
Background: This study aims to investigate the effectiveness, success and complication rates of three different video-assisted thoracoscopic sympathectomy procedures performed for the treatment of primary focal hyperhidrosis; excision, cauterization and clipping.Methods: We retrospectively evaluated the records of 60 patients (33 males, 27 females; mean age 25.1±6.4 years; range 16 to 43 years) with primary focal hyperhidrosis and treated with video-assisted thoracoscopic sympathectomy between January 2010 and December 2013. The patients were treated bilaterally at the same session: the sympathetic chain and ganglia were excised from the spinal cord segments of T2-T4 in 20 patients (group 1), cauterized in 20 patients (group 2), and clipped in 20 patients (group 3). The procedural success and complication rates were compared among the groups.Results: Sympathectomy was successfully performed in all patients. The mean operation time was found to be significantly shorter in group 2 (42.5±7.1 min) and group 3 (36.9±7.8 min), compared to group 1 (51.1±8.4 min) (p<0.05). Compensatory hyperhidrosis developed in 17 patients (28.3%) and was comparable among all groups (p<0.05).Conclusion: Our study results suggest that excision, cauterization, and clipping are effective and reliable in the treatment of primary focal hyperhidrosis. Based on our experience, we believe that sympathectomy with video-assisted excision may be preferable for the treatment of primary focal hyperhidrosis.
Kentsel büyüme olgusuna fizik kuramları çerçevesinde yeni bir bakış açısı sunmayı amaçlayan çalışmadakentsel büyüme modellerinin ilk örneklerinden biri olan Burgess'in, ''Konsantrik Halkalar Teorisi'' ile Newton'un "Hareket Yasaları" arasında benzeşim kurularak alansal yayılmayı ifade edecek yeni bir kentselbüyüme modeli oluşturulmuştur. Nüfus, homojen biçimde dağılmış hücrelerden oluşan bir kütle olarak elealınmıştır. 1200 yılından 1914 yılına kadar geçen süreçte; İngiltere, Fransa ve Almanya'dan seçilenşehirlerin, nüfus ve alansal yayılma değerlerine bağlı olarak ''Momentum Denklemleri'' üzerinden eldeedilen kuvvet değerleriyle kentsel yayılma hareketi incelenmiştir. "Kuvvet Modeli" olarak adlandırılan yaklaşımda kentsel büyüme hareketi için "Kinetik ve Potansiyel Kentleşme" olmak üzere özgün iki sınıflamaönerilmiştir.
Dünya ekonomilerinin kalkınmasında önemli yeri olan turizm sektörü "sürdürülebilirlik" ve "marka oluşturma" kavramları ile hızlı bir değişim sürecine girmiştir. Sektör bir yandan ekolojik dengeleri koruyarak gelecek nesilleri gözeten, toplumsal değerleri öne çıkaran ve bölgesel gelir artışını hedefleyen "ekolojik turizme" yönelirken; diğer taraftan turizm pazarında markalaşabilecek değerlere sahip bölgeleri "destinasyon" olarak tanımlama arayışındadır. Çalışmada özgün volkanik mimarisi ve doğal güzellikleriyle öne çıkan Yunanistan'ın Santorini adası, ekolojik turizmin etkin olarak geliştirilebileceği bir eko-destinasyon noktası olarak ele alınmaktadır. Ekolojik turizme ilişkin literatür çalışması ardından, adadaki ekolojik turizm potansiyelleri tablo sistematiği içinde sunulmakta, adanın çevre değerleri ve eylem çeşitliliği SWOT analiziyle sentezlenerek, eko-destinasyon ile uyumlu ekolojik kullanımlara ilişkin öneriler getirilmektedir.
Amaç: Yenidoğan kliniğimizde izlenen 34 haftadan kü- çük, tek, ikiz ve üçüz gebelik sonucu doğan bebeklerin erken neonatal sonuçlarının karşılaştırılması amaçlandı. Yöntem: Ocak 2012-Ocak 2013 tarihleri arasında servisimizde yatarak izlenen, tekil ve çoğul gebelik sonucu doğan, gebelik yaşı 34 haftadan küçük bebekler demografik özellikler, doğum ve yenidoğanproblemleri açısından retrospektif olarak karşılaştırıldı. Veriler hasta dosyalarından elde edildi. Bulgular: Beş yüz kırkdört hasta çalışmaya alındı. Hasta grubunun 435'ini (% 80) tek, 92'sini (%17) ikiz, 17'sini (%3) üçüz bebekler oluşturmaktaydı. Anne yaşı, koriyoamniyonit, oligohidramniyoz, diyabet açısından gruplar arasında fark yoktu. Üçüz gebeliklerin hepsi antenatal dönemde takipli iken ikiz gebeliklerin %43.2'si, tekil gebeliklerin ise %32.2'sinin antenatal takipli olduğu gö- rüldü (p<0.0001). Bununla ilişkili olarak antenatalsteroit yapılma oranı üçüz gebeliklerde daha yüksekti (p<0.01). Majör neonatalmorbiditelerin sıklığı açısından anlamlı fark saptanmamakla birlikte parenteralnutrisyon ve yatış süresi tekil bebeklerde daha uzundu. Mortalitenin tekil bebeklerde %21.2, ikizlerde %21.3 olduğu görüldü. Bü- tün üçüz bebekler sağlıklı olarak taburcu edildi. Yorum: Çoğul gebeliklerde kısa dönem neonatal sonuç- lar açısından tekil gebeliklere göre olumsuz bir sonuç saptanmamıştır. Buna ek olarak, gebeliğinde antenatal izlem oranı daha fazla olan çoğul gebelik grubunda neonatal sonuçlar daha olumlu bulunmuştur.
Giriş: Gelişmekte olan ülkelerde bulunan değişik hastanelerin preterm yenidoğanlarla ilgili klinik sonuçları farklılık göstermektedir. Pratik hayatta yapılan uygulamaların etkinliğini monitorize etmek için her bir hastanenin kendisine ait güncel sürveyans çalışmalarını yapması gerekmektedir. Bu çalışmanın amacı İstanbul'da bulunan ana merkezlerden biri olan hastanemize yatırılmış çok düşük doğum ağırlıklı (ÇDDA) bebeklerin morbidite ve ölüm sonuçlarını değerlendirmek ve kötü seyirle ilişkili risk faktörlerini belirlemektir. Materyal ve Metod: Ocak 1, 2010-2011 tarihleri arasında Zeynep Kamil Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesinde doğarak yenidoğan ünitesine yatırılan yenidoğanların (<=1500 gram, doğum ağırlığı <=32 gebelik haftası) dosyaları geriye dönük tarandı. Risk faktörleri lojistik regresyon modelleri ile araştırıldı. Sonuç: Tüm vakalar içinde 154/370 (%41.6) yenido- ğan ölmüştü. Ölümün ana nedenleri respiratuar distress sendromu (RDS) (%39.2), konjenital anomali (%14.4), pulmoner kanama (%13.7) ve sepsisti (%12.4). Yaşayan yenidoğanlarda prematüre retinopatisi %49.6; RDS %44.7; bronkopulmoner displazi %29.7; patent duktus arteriyozus %21.8; ventrikül içi kanama %18.6; nekrotizan enterokolit %13 sıklıkta görülmekteydi. Düşük doğum ağırlığı, doğum odasında canlandırma uygulanması, RDS, akut böbrek yetmezliği, göbek ven kateteri takılması arttırıcı; sezeryan ile doğum ve fizyolojik tartı kaybının olması azaltıcı yönde ölüm ile ilişkiliydi. Tartışma: Takipsiz veya yüksek riskli gebeliklerin kabul edildiği hastanemizde uygulanan modern perinatal bakıma rağmen, ÇDDA'lı bebeklerin ölüm oranları halen sıktı. Ölüm ve kısa dönem morbiditeler açısından düşük doğum ağırlığına sahip olmanın en önemli risk faktörü olduğu görülmekteydi.
Amaç: Polisitemik zamanında doğmuş ve geç prematür hastalarda kısmi kan değişiminin kısa dönem etkilerini değerlendirmektir. Gereç ve Yöntem: Zeynep Kamil Kadın ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi Yenidoğan Yoğun Bakım Birimine Ocak 2009 ile Mayıs 2010 tarihleri arasında yatırılan polisitemik geç prematür ve zamanında yenidoğanlar geriye dönük olarak değerlendirildi. Bulgular: Çalışma süresince doğan 16 bin bebekten, 163’ü polisitemi nedeni ile hastaneye yatırıldı. Polisitemi sıklığı %1’idi. Geç prematür polisitemik hastalar (n=68/163;%41,7): bulgu veren (n=23/163;%14,1) ve bulgu vermeyen (n=45/163;%27,6); zamanında doğmuş polisitemik (n=95/163; %58,3) hastalar: bulgu veren (n=21/163;%12,9), bulgu vermeyen (n=74/163;%45,4) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Kısmi kan değişimi 102 olguya uygulandı. Kısmi kan değişimi yapılan hastalar; bulgu veren geç prematür 18/102 (%17,7), bulgu vermeyen geç prematür 23/102 (%22,6), bulgu veren zamanında doğmuş bebek 14/102 (%13,7), bulgu vermeyen zamanında doğmuş bebek 47/102 (%46) olarak gruplandırıldı. Medikal tedavi 61 hastaya uygulanmıştı. Medikal tedavi yapılan hastaların gruplara göre dağılımı; bulgu veren geç prematür 5/61 (%8,2), bulgu vermeyen geç prematür 22/61 (36%), bulgu veren zamanında doğmuş bebek 7/61(%11,5), bulgu vermeyen zamanında doğmuş bebek 27/61(%44,3) bulundu. Kısmi kan değişimi sonrası, zamanında doğmuş hastalarda hastanede kalış süresinin, zamanında doğmuş bulgu vermeyen hastalarda tam enteral beslenmeye geçiş süresinin kan değişimi uygulanmayan hastalara göre anlamlı olarak daha uzun olduğu gösterildi ( p<0,05). İki zamanında doğmuş, iki geç prematür olguda kısmi kan değişimi sonrasında nekrotizan enterokolit gelişti.Çıkarımlar: Çalışmamız kısmi kan değişimi uygulanan bulgu vermeyen hastalarda hastanede yatış ve tam enteral beslenmeye geçiş süresinin uzadığını, nekrotizan enterokolit riskinin arttığını ortaya koymuştur. Bulgu vermeyen polisitemik hastalarda kısmi kan değişimi gerekçesini belirleyen yeni çalışmalara gereksinim vardır.
Asfiktik torasik distrofl otozomal resesif geçişli, başta iskelet sistemi olmak üzere birçok sistemi etkileyen nadir bir iskelet displazisidir. Sendromun en belirgin özellikleri, kısa kostalarla birlikte dar göğüs kafesi, mikromeli, multipl kıkırdak anomalileri ve rizomelik tipte kısa extremiteli cüceliktir. Ön arka ve transvers çapı daralmış çan şeklinde toraks pulmoner hipoplazinin derecesini belirler. Erken çocukluk döneminden sonra renal sorunlar ön plana geçer. Bu yazıda doğumda ciddi solunum sıkıntısı nedeniyle yenidoğan yoğun bakım ünitesine kabul edilip asfıktik torasik distrofl tanısı alan bir yenidoğan bebeğin özellikleri sunulmaktadır. Bu vaka nadir görülmesi ve yenidoğan döneminde klinik özellikleri ile tanı konulabilmesi nedeniyle vurgulanmak istenmiştir.
Küresel ölçekli çevre sorunları yaşadığımız günümüzde, kaynaklarımızı gelecek nesillere bozulmadan aktarmak bir zorunluluktur. Bu kapsamda turistlere; gerçekleştirecekleri turistik eylemin ve bekledikleri konfor seviyesinin, nasıl bir turizm türüne ve turistik organizasyona dahil olduğu anlatılmalıdır. Ancak bu şekilde kişilerin sürdürülebilirlik ilkeleriyle uyumlu turizm türlerine yönelmeleri sağlanabilir. Bu amaçla çalışmada; kitle turizmi ile ekolojik turizm kavramları tanımlanarak, her iki turizm türünün genel özellikleri, buna bağlı gelişen mimarileri ve olası çevresel etkileri, tablo sisteminde karşılaştırmalı olarak belirtilmektedir. Kişilere kendi turistik eylemlerini değerlendirme olanağı sunan çalışmanın, turistlerin çevre ve turizm konusundaki bilinçlerini arttıracağı düşünülmektedir.
Karbonmonoksit (CO) zehirlenmesi genellikle ciddi seyreden bir durumdur ve ölüm ya da ağır nörolojik bozukluklar ile sonuçlanabilir. Daha nadir olarak CO zehirlenmesinde bifazik bir gidiş de görülmektedir. Bu tabloda akut zehirlenme tedavisinin ardından hasta tamamen iyileşmekte ve kısa süreli düzelme döneminden sonra tekrar nörolojik ve/veya psikiyatrik belirtiler ortaya çıkmaktadır. Bu yazıda CO zehirlenmesi sonrası gecikmiş ensefalopati görülen, nörolojik belirtilerle başlayıp, 1 aylık bir iyilik döneminin ardından obsesif kompulsif bozukluk, depresyon, kleptomani ve psikotik bozuklukla süren bir olgu sunulmuştur. Daha önce psikiyatrik ya da nörolojik bir hastalığı olmayan 41 yaşındaki kadın hastanın beyin manyetik rezonans görüntülemesinde T2 ağırlıklı görüntülerde sol temporal lob bazalinde korteks ve subkortikal ak maddeyi içine alan fokal parankimal sinyal artışı, bilateral globus pallidusta sinyal artışı, her iki serebellar hemisfer kortikal ve subkortikal ak madde de yaygın simetrik sinyal artışı ve her iki serebellar hemisferde atrofi saptanmıştır. CO zehirlenmesine bağlı kleptomani bildirilen ilk olgu olan bu hastadaki psikiyatrik tabloların, özellikle de kleptomaninin organik etiyolojisi önceki yayınlardan da yararlanılarak tartışılmıştır. Bu hastadaki kleptomaniye, hem temporal lob hem de globus pallidus lezyonlarının birlikte bulunmasının neden olduğu düşünülmüştür. Diğer bir deyişle, kleptomani, temporolimbik ve fronto-subkortikal dizgelerin ikisinde birden oluşan bir işlev bozukluğuna bağlı olarak ortaya çıkmış olabilir.
2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’na göre “koruma” ve “korunma”; taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarında muhafaza, bakım, onarım, restorasyon, fonksiyon değiştirme işlemleri, taşınır kültür varlılarında ise muhafaza, bakım, onarım ve restorasyon işleri olarak tanımlanmaktadır. Ancak günümüze kadar sürdürülen doğal, tarihsel ve kültürel çevre koruma politikalarının ülkemizde başarıyla uygulandığını söylemek pek olası değildir. Bunda nitelikli tespit ve tescil çalışmalarının eksikliği, doku bütünlüğünün göz ardı edildiği yanlış planlama kararları, kötü uygulamalar, koruma bilincinin yetersizliği gibi pek çok neden ekili olmaktadır. Bu çalışmada yukarıda belirtilen sorunları çözüme ulaştırmış bir dünya mimarı olarak Mimar Sinan’ın “koruma anlayışı”; kendisinden önceki kültürlere yaklaşımı ile ele alınmaktadır. Mimar Sinan’ın Edirne’ de inşa ettiği yapıların korunmasında günümüzdeki tutum ise, Sinan’ın anlayışı çerçevesinde değerlendirilerek, daha bilinçli bir koruma için Sinan’ın eserlerinin barındırdığı mimari-kültürel mirasın gelecek kuşaklara aktarılması noktasında öneriler oluşturulmaktadır.
Primer tedaviye dirençli veya relaps yapmış akut lösemi vakalarında kurtarma rejimleri ile komplet remisyon sağlanabilmekle birlikte, bu genellikle kısa süreli olup, nadiren tam kür sağlanmaktadır. Kurtarma tedavilerine refrakter vakalarda tedavi yaklaşımının nasıl olacağı konusu halen belirsizliğini sürdürmektedir. Çoklu ilaç direncinin gelişimi kullanılan tedavi protokollerini etkisiz kılmaktadır. Siklosporin çoklu ilaç direncini yenmek için kullanılan ajanlardan biridir. Bu çalışmada FLAG tedavi rejimine dirençli olgularda hibrid bir rejim olarak geliştirdiğimiz FLAG-İda-Siklosporin etkinliğini test etmeyi planladık. FLAG kurtarma protokolüne cevapsız, primer tedaviye refrakter veya relaps, 5 AML, 3 ALL ve 1 T-lenfoblastik lenfoma olmak üzere toplam 9 hastaya FLAG-İda-Siklosporin tedavisi uyguladık. 5 AML vakasının 3’ünde komplet remisyon gözlenirken, ALL ve T-lenfoblastik lenfoma vakalarının remisyona girmediği gözlendi. Bu bulgular bize FLAG kurtarma tedavisine yanıtsız, primer tedaviye refrakter veya erken relaps AML vakalarında FLAG-İda-Siklosporin tedavisinin alternatif bir tedavi seçeneği olabileceğini, buna karşın ALL vakalarında etkili olmadığını telkin etmektedir.
Amaç: Bu çalışmada, malign ve benign hastalıklar sonucunda üç olguda gelişmiş, Superior Vena Cava (SVC) Sendromunun spiral otojen ven kullanılarak cerrahi tedavisinin kısa dönem sonuçlarının sunulması amaçlanmış ve ilgili literatür gözden geçirilmiştir. Materyal ve Metod: Vena Cava Superior Sendromlu üç olguya cerrahi tedavi uygulandı. 2 olguda SVC sendromunun nedeni non-rezektabl squamöz hücreli akciğer kanseri, l olguda ise Sistemik Lupus Eritematosus (SLE) idi. Tüm olgularda hastanın otojen safen veni kullanılarak hazırlanan spiral ven grefti olarak kullanıldı. Greftler v.cava superior ve sağ artrium arasına interpoze edildi. Sonuç: Bir olguda post operatif SVC semptomları geriledi ancak onuncu gün akut MI nedeniyle olgu kaybedildi.Diğer iki olgu aylık izlem süresinde semptomsuz olarak saptandı. Tartışma: Malign ve benign hastalıklar sonucunda gelişmiş olan vena cava superior sendromunun tedavisinde spiral otojen ven grefti bypass uygulanması kolay ve yararlı bir yöntemdir.

/ 1
2 / 1