724 sonuç

Tarama Sonuç Kümeleri
Tümünü Listeye Ekle
AMAÇ: Bu çalışma, kalp ve akciğer dokularında yanıkla uyarılan oksidatifhasara karşı kaptopril tedavisinin olası koruyucu etkisini saptamak için tasarlandı.GEREÇ VE YÖNTEM: Eter anestezisi altında sırt derileri traş edilen Wistar albino türü sıçanlar 10 saniye süreyle 90°C suya tutuldu. Yanık hasarın-dan sonra ve 12 saat sonra olmak üzere 10 mg/kg intraperitoneal kaptopril uygulandı. Kontrol grubunda ise sıçanların sırtı 10 saniye süreyle 25°C suya tutuldu. Yanık hasarından 24 saat sonra ekokardiyografik kayıtları alınan sıçanlar dekapite edildi ve kalp ve akciğer doku örnekleri çıkartılarak tümör nekroz faktör-? (TNF-?), malondialdehit ve glutatyon düzeyleri, miyeloperoksidaz, kaspaz-3 ve Na+, K+-ATPaz aktiviteleri tayini ile histolojik analizler yapıldı.BULGULAR: Yanık sol ventrikül fonksiyonlarında önemli değişikliklere neden oldu. Kalp ve akciğer dokularında yanık hasarına bağlı olarak glutatyon düzeyleri ve Na+, K+-ATPaz aktivitelerinin azaldığı ve TNF-? ve malondialdehit düzeyleri ile miyeloperoksidaz ve kaspaz-3 aktivitelerinin arttığı bu-lundu. Kaptopril tedavisinin, azalmış glutatyon düzeyi ve Na+, K+-ATPaz aktivitesini anlamlı düzeyde yükselttiği ve sitokin ve malondialdehit düzeyleri ve miyeloperoksidaz ve kaspaz-3 aktivitelerini ise anlamlı düzeyde azalttığı bulundu.TARTIŞMA: Kaptopril kalp ve akciğer dokularında yanıkla uyarılan hasarı önler ve oksidatif organ hasarına karşı korur.
Özellikle tedavisel aralığı dar olan ilaçlar için tedavi etkinliğini sağlayabilmek, yan etkileri en aza indirebilmek için farmakolojik tedavinin kişiye özel uygulanması gereklidir. Sitokrom P450 enzimlerinin fenotiplemesi hem değerli bir araştırma yöntemi, hem de metabolik kapasitesinin genetik temelinin değerlendirilmesi için bir araçtır. Teknik, bir prob ilaç (ölçüm maddesi) kullanarak metabolik kapasitenin tahmin edilmesine dayanır. Fenotipleme ilaç etkileşimleri, genetik polimorfizmler, hepatik hastalıklar ve ilacın farmakokinetiğini etkileyebilecek diğer etkenlerin toplam etkisini gösterir. Bunun için fenotiplemede her bir sitokrom enzim sistemine özgü substratların kullanımı gereklidir. Son dönemde birden fazla sitokrom enzim sisteminin in vivo değerlendirmesine olanak tanıyan ölçüm maddeleri kokteylleri ile fenotipleme kullanılmaya başlanmıştır.
Amaç: Çalışmada bilişsel davranışçı tekniklere dayalı olarak hazırlanan öfke yönetimi programının lise öğrencilerinin öfke ve atılganlık düzeylerine etkisini belirlemek amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışma ön test-son test kontrol gruplu deneysel çalışma deseninde yürütülmüştür. Bir lisede dokuzuncu sınıfta öğrenim gören öğrencilere Sürekli Öfke ve Öfke Tarz Ölçeği (SÖÖTÖ) ile Rathus Atılganlık Ölçeği (RAÖ) uygulanmıştır. Araştırmaya alınma ölçütlerini karşılayan 51 öğrenci randomize olarak cinsiyet ve ölçek puanları açısından eşleştirilerek deney ve kontrol grubuna atanmıştır. Deney grubundaki öğrenciler 12"şer kişilik iki gruba ayrılmıştır. Grup haftada bir gün, bir buçuk saat süreyle toplanmış ve çalışma 10 hafta devam etmiştir. Grup çalışmasının bitiminde deney ve kontrol grubundaki öğrencilere ölçekler tekrar uygulanmıştır. Veriler SPSS 16.0 istatistik paket programında değerlendirilmiş, çözümlemede Levene testi, ki-kare ve t testi kullanılmıştır. Bulgular: Deney ve kontrol grubunun SÖÖTÖ ve RAÖ puanları arasında ilk ölçümde istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamıştır. Programdan sonra yapılan ölçümde SÖÖTÖ sürekli öfke, öfke içte ve öfke dışta alt ölçek puan ortalamaları deney grubunda kontrol grubundan düşük; öfke kontrol alt ölçeğinde ise deney grubunun puan ortalaması kontrol grubundan yüksek olup, farkın anlamlı olduğu belirlenmiştir. Programdan sonra deney grubunun RAÖ puan ortalamasının ise, kontrol grubundaki öğrencilerden daha yüksek olduğu saptanmıştır. Sonuç: Bu çalışmanın sonuçları bilişsel davranışçı tekniklere dayalı olarak oluşturulan öfke yönetimi programının öğrencilerin sürekli öfke düzeyinde azalma, öfkeyi uygun biçimde belirtme, öfkeyi kontrol etme ve atılgan bir şekilde davranış geliştirmeyi sağladığını göstermiştir.
Amaç: Genel anlamda sık yatış olarak tanımlanan 'döner kapı olgusu' toplum temelli bakım planlarının etkin sunulması ile aşılabilir. Bu çalışmada, pilot proje olarak açılan Zeytinburnu Toplum Ruh Sağlığı Merkezi'nde (ZTRSM) döner kapı olgusuna uyan hastalar saptanmış ve sosyodemografik özellikleri araştırılmıştır. ZTRSM'de sunulan hizmetlerin hastaların psikiyatri servisine yatışına etkisinin belirlenmesi hedeflenmiştir. Yöntem: ZTRSM'de izlenen ve döner kapı olgusu ölçütlerine uyan hastalar, kaydedildiği tarihte ve izlenmelerinin 18. ayında ölçeklerle değerlendirilmiş, önce ve sonra uygulanan ölçekler karşılaştırılmıştır. Hastaların 18 aylık izlenmeleri süresince gerçekleşen yatış gün ve sayıları, izleme öncesindeki yatış gün ve sayıları ile de karşılaştırılmıştır. Bulgular: Döner kapı olgusuna uyan 18 hastanın 18 aylık izlenmesi sonunda yalnız beş yatışının olduğu, aynı hasta grubunun izleme öncesinde 18 ay süresince yatış sayısının 49 olduğu ve aradaki farkın istatistiksel olarak anlamlı olduğu görüldü. Depo tedavi ve klozapin kullanım oranı değişmeden pozitif, negatif, depresif belirtiler ve sosyal işlevsellikte düzelme gerçekleşmiştir. Tartışma: Döner kapı olgusu ölçütlerini karşılayan hastaların yatış sayıları toplum temelli bakım planı temelinde sunulan hizmetler ile azalmıştır. Bu sonuca ulaşmakta, ZTRSM'nin hastaların tedavisinde bütüncül yaklaşım uygulamasının önemli rolü olduğu düşünülmektedir
-
-
Hiperamonyemi, valproik asit tedavisinin bilinen bir yanetkisidir. Son yıllarda valproik asit kullanımına bağlı hiperamonyeminin tetiklediği ensefalopati gelişen olgular yayınlanmakta ve kan amonyak düzeyinin takip edilmesi önerilmektedir. Semptomatik hiperamonyemi gelişimi için çokluilaç kullanımı, yetersiz beslenme ve üre döngüsü bozuklukları risk etmenleridir. Bu olgu sunumunda, eşzamanlıvalproik asit ve elektrokonvülsif tedavi (EKT) uygulananbir olguda semptomatik non-hepatik ensefalopati gelişimibildirilmiştir. Anestezik ajan olan propofol ile valproik asitkullanımı non-hepatik hiperamonyemik ensefalapati içinrisk olabilir. Eş zamanlı valproik asit ve propofol uygulanılarak yapılan EKT sırasında hiperamonyemik ensefalopati içindikkatli olunması önerilebilir.
Amaç: Bu çalışmanın amacı, iki uçlu tip I (İUB-I), tip II(İUB-II) ve tek uçlu bozukluk (TUB) depresif dönemleriarasındaki farklılıkları incelemektir.Yöntem: Bu amaçla çalışmamızda yatarak ya da ayaktan tedavi gören, DSM-IVe göre İUB-I depresif dönemölçütlerini karşılayan 49, İUB-II depresif dönem ölçütlerinikarşılayan 47 ve majör depresif bozukluk (MDB) tanılı 46olgu ardışık olarak değerlendirilmiştir. Olgularda şimdikidepresif dönem için tedavi düzenlenmemiş olma şartıaranmıştır. Tanı görüşmeleri SCID-I ile yapılmış, hasta vehastalığa ilişkin bilgiler SKIP-TURK ile kaydedilmiştir. Herbir olguya, Hamilton Depresyon Ölçeği (HDDÖ), İntiharNiyeti Ölçeği (İNO), Barratt İmpusivite Ölçeği (BİS), Yemetutumu Envanteri (YTE), Pittsburgh Uyku Kalitesi İndeksi(PUKİ) ve Arizona Cinsel Yaşantılar Ölçeği (ASEX) uygulanmıştır.Bulgular: Melankolik belirtiler gösteren alt tip ve psikotikbulgu, İUB-I tanılı olgular arasında, atipik belirtiler gösterenalt tip ve özkıyım girişimi İUB-II tanılı olgular arasında dahasık bulunmuştur. Ani başlangıç ve mevsimsellik İUB-II tanılıolgular arasında en yüksek sıklıkta saptanmıştır. HDDÖmaddeleri tek tek karşılaştırıldığında 5., 6., 14. ve 17.madde (orta ve son uykusuzluk, genital belirtiler ve içgörü)dışındaki maddeler gruplar arasında farklılık göstermiştir.TUB tanılı olgularda HDDÖ ve BİS puanları arasında güçlü,İUB-I tanılı olgularda BİS ve PUKİ puanları arasında, İUB-IItanılı olgularda ise BİS ve YTE puanları arasında orta derecede bir ilişki vardır.Sonuç: Depresif dönem, duygudurum bozuklukları arasında bazı benzerlikler gösterse de, ayırıcı tanı ve tedaviyönünden yararlı olabilecek belirgin farklılıklar bulundurmaktadır.
-
Amaç: Kronik etanole maruziyeti izleyen yoksunluk döneminde kemirgenlerde odiyojeniknöbet duyarlılığı gözlenir. Sunulan çalışma alkol yoksunluğu döneminde odiyojenik nöbetgeçiren ve geçirmeyen sıçanlarda etanol yoksunluğunun hipokampal yapı üzerine etkileriniinceleyen ve karşılaştıran ilk çalışmadır.Gereç ve Yöntemler: Çalışmada erişkin erkek (225-320 g) Wistar sıçanlar kullanıldı. Etanolsıçanlara 20 gün süre ile modifiye edilmiş bir sıvı diyet içinde verildi. Bu süreçte sıçanlarortalama olarak 10.35±1.25 ile 15.20±0.79 g/kg arasında etanol aldı. İçinde %7,2 oranındaetanol içeren sıvı diyetten etanolün aniden çıkarılması ile sıçanlar etanol yoksunluğunasokuldu ve artmış stereotipik davranışlar, ıslak köpek silkinmesi, ajitasyon, kuyruk sertliği veanormal postür ve duruş gibi yoksunluk belirtileri izlenerek değerlendirildi. Ayrıca 11 etanolebağımlı sıçandan 5'inde odiyojenik epileptik nöbetler gözlendi. Odiyojenik stimulus sonrasınöbet geçiren ve geçirmeyen sıçanlar dekapite edilerek beyinleri çıkarıldı. Hem nöbet geçirenhem de geçirmeyen sıçanlarda hipokampal CA1 ve CA2-3 piramidal bölgelerinde nöronsayımları yapıldı.Bulgular: İlgili bölgelerde etanol verilen ve yoksunluğa giren hayvanlarda kontrole göreanlamlı ölçüde nöronal kayıplar gözlendi. Hipokampal nöron kayıpları odiyojenik nöbetgeçiren sıçanlarda geçirmeyenlere göre istatistiksel olarak anlamlı ölçüde daha yüksekti.Sonuç: Bulgularımız odiyojenik nöbet geçirmenin hipokampal yapının CA bölgesinde nöronkaybını anlamlı ölçüde artırdığına işaret etmektedir. Alkoliklerde nöbetlerin önlenmesihipokampusun daha fazla zarar görmesinin engellenmesi bakımından önemli olabilir.
Bu araştırmanın amacı, Azerbaycan üniversitelerinde 2012-2013 yıllarında yüksek lisans programına devam eden öğrencilerin programa ilişkin görüşlerini belirlemek, yüksek lisans öğrencilerinin bilgi paylaşımı sağlayan kongre, sempozyum ve benzeri bilimsel toplantılara katılım düzeyini saptamaktır. Ayrıca bu araştırmada, öğrencilerin sosyo-demografik özellikleri, lisans dönemine ait öğretim bilgileri ve genel sorunlarının belirlenmesi de amaçlanmıştır. Araştırmada ulaşılan bulgular doğrultusunda öğrencilerin bilimsel hususlara yatkınlık düzeyi betimlenmiş, onların programın gerekliliği, yararları, niteliği ve programda yaşanan sorunlara ilişkin görüşleri değerlendirilmiş ve gerekli öneriler geliştirilmiştir.
Tinnitus, akustik uyarım olmadığı zamanlarda algılananses olarak tanımlanır. Son yapılan araştırmalara göre,tinnitus hastalara günlük hayatta rahatsızlık veren enyaygın sağlık problemlerinden birisidir. Geçmiş çalışmalar tinnitusun muhtemel sebebi olarak daha çok kulakhastalıkları gibi periferik özelliklere eğilmiş olsa da, giderek artan kanıtlar tinnitusun işitsel ve işitsel olmayanbeyin bölgelerindeki hipereksitabiliteyle ilişkili olduğunu göstermektedir. Güncel nörobilim çalışmaları, repetetif transkranyal manyetik uyarım (repetetive transcranial magnetic stimulation: rTMS) ve transkranyal direktakım uyarımı (transcranial direct current stimulation: tDCS) gibi nöromodülasyon yöntemlerinin, tinnitus tedavisinde ümit verici etkileri olduğunu göstermiştir. Fakat, gözlemlenen bu pozitif etkilerin mekanizması halennet olarak açıklanamamaktadır. Bu derlemenin amacı,tinnitus patofizyolojisi ve merkezi sinir sisteminde nöromodülasyon tedavileri için muhtemel yolaklar hakkındabilgi vermek, ve rTMS ile tDCS kullanan güncel randomize kontrollü çalışmaların sonuçlarını özetlemektir.
Kişilerarası İlişkiler ve Sosyal Ritim Terapisi hastanın sosyal ritmindeki aksamalar ile psikiyatrikbozukluğun geçmiş ataklarının başlangıcı arasındaki ilişkiyi fark edebilmesini kolaylaştıran birpsikoterapi yöntemidir. Bu terapi biçiminde, sosyal ritim ve uyku / uyanıklık düzeninin korunabilmesi için psikoeğitim ve davranışsal teknikler kullanılır. Kişilerarası ilişkiler ve sosyal ritim terapisibipolar spektrum bozuklukları olan ya da risk taşıyan bireylerde, sosyal ritim düzeninin, sirkadyenritim senkronizasyonunda rol oynadığını vurgulayan "sosyal zeitgeber teorisi" ile yakından ilgilidir.Kişilerarası ilişkiler ve sosyal ritim terapisinin sosyal ritimleri koruduğu ve bipolar bozukluğungidişatında olumlu etkiye sahip olduğu gösterilmiştir. Bu gözden geçirme yazısında bipolar bozuklukta kişilerarası ilişkiler ve sosyal ritim terapisi uygulamasının teorik ilkeleri ve temel adımlarıüzerinde durulacaktır.
Birçok elektrokonvülzif tedavi kılavuzunda, elektrokonvülzif tedavi uygulamasını tercih edilen tedavi olarak gösterildiği durumlar olarak psikotik özellikli şiddetli depresyon, manik deliryum ve katatoni gösterilir. Elektrokonvülzif tedavi uygulaması kararı her bir hasta için, psikiyatrik tanı, belirtilerin tipi ve şiddeti, geçmiş tedavi öyküsüve tedavi yanıtları, alternatif tedavi seçeneklerinin belirlenmesi ve hasta tercihi gibi maddeler göz önüne alınarak fayda-zarar değerlendirmesi yapılarak verilir. Bu gözden geçirmede elektrokonvülzif tedavinin etki mekanizması, nörokimyasal etkileri ve yan etkileri literatür ve klinik deneyimler ışığında tartışılacaktır.
Metilfenidat, dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) ve davranım bozuklukları tedavisinde yer alan bir psikostimülandır. Metilfenitat toksisitesinde, bilinç kaybı, letarji, epileptik nöbet, psikotik belirtiler gibi nöropsikiyatrik belirtiler ve taşikardi, hipertansiyon, hipertermi gibi kardiyovasküler yan etkilerin görülebileceği bildirilmiştir. Bu olgu sunumunda, özkıyım amaçlı 486 mg MFD alan ve bir ergenin klinik tablosu tartışılmıştır.
-
Bu çalışmada, nominal ve reel döviz kuru arasındaki kısa ve uzun dönemli ilişki incelenerek nominal devalüasyonun reel devalüasyona dönüşüp dönüşmediği sorusuna cevap aranmaktadır. Bu amaçla ARDL eş-bütünleşme testi kullanılarak uzun dönem ilişkisi, hata düzeltme modeli (ECM) ile de kısa dönem ilişkisi araştırılmaktadır. Çalışmanın sonuçları, 1995-2004 döneminde, Türkiye’deki nominal ve reel döviz kurlarının kısa ve uzun dönemde ilişkili olduklarını, ancak beklenen pozitif yönlü etkileşimin sadece kısa dönemde sağlandığını göstermektedir. Dolayısıyla gerçekleştirilen devalüasyon operasyonunun cari açık üzerindeki olumlu etkisi kısa bir süre için görülmekte, orta ve uzun dönemde bu etki kaybolmaktadır.
Amaç: Çalışmanın amacı hastanede çalışan hemşirelerin profesyonel benlik gelişim düzeylerini ve etkileyen faktörleri belirlemektir. Yöntem: Çalışma, hastanede çalışan 223 hemşire ile tanımlayıcı olarak yapılmıştır. Çalışmanın verileri Kişisel Bilgi Formu ve Hemşireler için Profesyonel Benlik Kavramı Ölçeği ile toplanmıştır. Bulgular: Hemşirelerin Profesyonel Benlik Kavramı Ölçeği genel, mesleki memnuniyet, mesleki yetkinlik, mesleki tutum ve beceri alt boyut puan ortalamaları ortanın üzerinde ve olumlu saptanmıştır. İleri yaşta olanların, evlilerin, uzun süredir çalışanların, klinik sorumlusu olanların ve gündüz çalışan hemşirelerin benlik gelişim düzeyleri diğerlerine göre anlamlı derecede yüksek saptanmıştır. Ayrıca, mesleğini isteyerek seçen, mesleğinden memnun olan ve Türk Hemşireler Derneğine üye olan hemşirelerin benlik gelişim düzeyleri diğerlerine göre anlamlı derecede yüksek saptanmıştır. Sonuç: Bu çalışmaya katılan hemşirelerinin profesyonel benlik gelişimlerinin üst düzeyde olduğu söylenebilir. Hemşirelerin profesyonel benliklerini bireysel ve çalışma özellikleri etkilemektedir.
Alkol aşermesi son 10 yılda, giderek artan bir şekilde, alkol kullanım bozukluklarında önemli bir sorun olarak kabul edilmektedir. Alkol aşermesi ile ilgili yapılan biyolojik çalışmalar, daha çok nörobiyoloji, genetik ve bu durumun farmakolojik tedavisi üzerine odaklanmaktadır. Biz bu yazımızda, reseptör sistemlerinden başlayarak, alkol aşermesinin genetiği ve epigenetiğini gözden geçirdik. Son olarak da, alkol aşermesinde kullanılan ana ilaçlardan başlayarak, alkol aşermesinde kullanılması muhtemel diğer ilaçları ve gelecekteki olası tedavi seçeneklerini açıklamaya çalıştık
Amaç: Bu çalışmada şizofreni hastalarında özkıyım girişimi ve özkıyım düşüncesinin hastalık şiddeti, depresyon ve içgörü ile ilişkisi araştırılarak, şizofreni hastalarında özkıyım riskini yordayabilecek ölçütlerin gelişmesine katkı sağlanması amaçlanmıştır. Yöntem: Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi psikiyatri servislerinde DSM-IV-TR ölçütlerine göre şizofreni tanısı ile yatarak tedavi gören, 20-65 yaş arasındaki 104 hasta rastgele seçilmiş, hastalar hastaneye yattıktan sonraki 72 saat içinde değerlendirilmiştir. Olgular, İçgörünün Üç Bileşenini Değerlendirme Ölçeği (İÜBDÖ), Pozitif ve Negatif Sendrom Ölçeği (PANSS) ve Calgary Şizofrenide Depresyon Ölçeği (CŞDÖ) kullanılarak değerlendirilmiştir. Bulgular: Özkıyım girişimi öyküsü olan hastalarda depresyon puanları, özkıyım girişimi öyküsü olmayan hastalara göre daha yüksek bulunmuştur. Özkıyım düşüncesi olanların içgörü ve depresyon puanları, özkıyım düşüncesi olmayanlara göre daha yüksek bulunmuştur. Lojistik regresyon analizinde CŞDÖ özkıyım girişimi ve özkıyım düşüncesini, PANSS negatif toplam puanı özkıyım düşüncesini, kendine zarar veren davranış ise özkıyım girişimi öyküsünü belirleyen değişken olmuştur. Sonuç: Özkıyım girişimi ve özkıyım düşüncesini belirleyen ortak etken depresyon olduğundan, şizofreni hastalarında depresif belirtiler varlığında özkıyım düşüncesinin daha dikkatli ve ayrıntılı sorgulanması gerekmektedir. Kolaylıkla uygulanabilecek CŞDÖ'nün, şizofreni hastalarındaki depresyonu kolaylıkla saptayabileceğini, uygun tedavi yöntemleri ile depresyonun tedavisinin özkıyım riskini azaltabileceğini düşünmekteyiz

/ 37
36 / 37