721 sonuç

Tarama Sonuç Kümeleri
Tümünü Listeye Ekle
Hallervorden Spatz Sendromu, nadir görülen, ailesel, ilerleyici ve genellikle ölümcül seyredebilen bir hastalıktır. Extrapiramidal rijidite, dizartri ve demans bulguları ile karakterize, globus pallidus ve substantia nigrada patolojik demir birikimi ile giden bir seyri vardır. Genellikle tanı MRI incelemede bilateral globus pallidusta lokalize olan hiperintens alanların çevrelediği hipointens alanların görülmesi ile konur. Bu görünüme kaplan gözü denilmektedir ve hastalığa spesifiktir. Bu sendromda kognitif yıkımdan kişilik değişikliklerine, dürtüsellik ve şiddet davranışından depresyon ve emosyonel değişikliklere kadar çeşitli psikiyatrik belirtiler görülebilmektedir. Bu sunumda psikiyatrik belirtilerle giden iki Hallervorden Spatz Sendromu olgusunun tartışılması hedeflenmiştir
Amaç: Epidemiyolojik çalışmalar madde kullanım bozukluğu olan erişkinlerde diğer bir Eksen I ve Eksen II tanısının sıklıkla eştanı olarak bulunduğunu göstermektedir. Bu çalışma yatan madde kullanım bozukluğu hastalarında Eksen I ve Eksen II eştanılarının sosyodemografik değişkenler ile relaps arasındaki ilişkisini araştırmayı amaçlamaktadır.Yöntem: Bu geriye dönük çalışmaya bir bağımlılık kliniğinde Ocak 2012-Aralık 2013 tarihleri arasında ardışık olarak yatarak tedavi gören 403 hasta içerisinden 323'ünün tıbbi kayıtları ve sosyodemografik verileri alınmıştır. Hastalar iki ayrı psikiyatrist tarafından değerlendirilerek DSM IV-TR'ye göre alkol ve madde kötüye kullanımı/bağımlılığı tanıları almışlar ve yine eştanılar da iki ayrı psikiyatri uzmanınca DSM-IV TR'ye göre konmuştur.Bulgular: Madde kullanım bozukluğu olan 323 hastanın 240'ında (%74.3) diğer bir Eksen I, 238'inde bir Eksen II (%73.7) tanısı bulunmakta idi. Eksen I ya da Eksen II eş tanısı olan ve olmayan hastalar arasında yaş, eğitim durumu, medeni durum, çalışma durumu, madde kullanım süresi, 6 aylık relaps ve tedaviden kopma oranları arasında fark yoktu. Eksen I ya da Eksen II eş tanısı yatış sayısını artırmakta idi, Eksen I eş tanısı yatış süresini uzatırken Eksen II eş tanısı tersine etki etti. Ayrıca Eksen II eştanısı olan hastalarda yasal sorun yaşama ve tedavi sonrası yeniden madde kullanımına kadar geçen sürede kısalma eştanısı olmayanlara göre daha sıktı.Sonuç: Madde kullanım bozukluklarında diğer bir Eksen I ve Eksen II eş tanısı oldukça sıktır. İkili tanısı olan hastaların yalnızca madde kullanım bozuklukları olanlara göre sağlık hizmetlerini daha sık kullandıkları ve daha fazla yasal sorun yaşadıkları söylenebilir. İkili tanısı olan hastaların kapsamlı bakım ve tedaviye ihtiyaçları vardır
Ç alışmamızda 17si kız, 7 si erkek 24 genç bas- ketbol oyuncusunda alfa- aktinin-3 (ACTN3)R577X ve anjiyotensin dönüştürücü enzim (ACE)I/D polimorfizmlerinin dağılımlarının belirlemeyiamaçladık. Çalışmamıza gönüllü katılan oyuncular- dan DNA eldesi, ağız içi epitel hücrelerinden ticarikit kullanılarak gerçekleştirilmiştir. ACNT3 genotip- lemesi için polimeraz zincir reaksiyonu- restriksi- yon enzimi kesimi (PCR- RFLP) metodu, ACE içinsePCR metodu kullanılmıştır. ACTN3 genotipi için 16oyuncu RR, 6 sı RX ve 2 oyuncu da XX olarak bu- lunmuştur. Cinsiyetlerine göre ayırdığımızda 17 kızoyuncunun 11i RR, 4ü RX ve 2si XX, erkeklerde ise 5 ve 2 oyuncu sırasıyla RR ve RX genotiplerindebulunmuştur. ACE için, 11 oyuncu DD, 12 oyuncu ID vesadece 1 oyuncu II genotipindedir. Cinsiyetlerine göreincelediğimizde kızlarda 7 oyuncu DD, 10 oyuncu IDgenotipinde, erkelerde ise 4 oyuncu DD, 2 oyuncu IDve yalnız 1 oyuncu II genotipindedir. ACTN3 R allelikızlarda 26, erkeklerde 12, X alleli ise kızlarda 8, er- keklerde 2 olarak bulunmuştur. ACE genotipi için Dalleli kızlarda 24, erkeklerde 10, I alleli ise kızlarda10 ve erkeklerde 4 olarak saptanmıştır. Bu çalışma- mızda ACTN3 DD genotipinin ve R alleinin, ACE poli- morfizminde ise ID genotipinin ve D alleinin çalışmagrubunda daha baskın olduğu görülmüştür. Bu oyuncugrubunda ilk kez gerçekleştirilen bu pilot çalışma ilebundan sonra daha yüksek veri kaynaklı çalışmalaraışık tutacağı inancındayız.
-
Glutamat N-metil-D-aspartat reseptör antagonisti olanketamin antidepresan etkinlik gösterebilmektedir.Tedaviye dirençli depresyon olgularında yürütülmüş olanaraştırmalarda ketamin infüzyonu hızlı başlangıçlı ve birkaçgün süren bir antidepresan etkinlik göstermiştir. Bu olgusunumunda intravenöz ketamin uygulaması sonrası tekuçlu depresif dönemde belirtilerde ve intihar düşüncesindehızlı yatışma izlenmiştir. Mevcut antidepresanların etkibaşlangıcı için uzun süre gerektirmesi nedeniyle akut veşiddetli intihar düşüncesinin klinik tedavisinde yakın izlemveya hastaneye yatırma dışında çok az seçenek vardır.Ketaminin hızlı etkinliği intihar riski yüksek hastaların elealınmasında bir avantaj sağlayabilir. Ketaminin optimaldoz ve uygulama yollarının belirlenmesi için çalışmalargerekli olmakla birlikte, NMDA üzerine etkili ajanlar dirençli depresyon tedavisi ve intihar riskinin azaltılması için birseçenek olarak daha fazla araştırmayı hak etmektedir.
Amaç: Yapılmış çalışmaların sonucunda bağlanma örüntüsününerişkinlerde hem dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB)hem de majör depresif bozukluk (MDB) gelişimi ve gidişindeönemli rol oynadığı gösterilmiştir. Bu araştırmada DEHB ve MDBtanısı alan erişkin bireylerde bağlanma biçimleri ve ilişkili etmenlerin karşılaştırılması amaçlanmıştır.Yöntem: Bu araştırma Haziran 2014 - Ekim 2014 tarihleri ara- sında İstanbulda ikinci basamak bir tedavi merkezinin psikiyatripolikliniğinde yürütülmüştür. Belirtilen zaman aralıkları içerisindeilk kez polikliniğe başvuran SCID-I (DSM-IV Eksen I Bozukluklarıİçin Yapılandırılmış Klinik Görüşme) uygulanarak MDB tanısıkonan 31, DEHB tanısı konan 33 kişi ve yaş, cinsiyet, eğitimve medeni durumları bakımından eşlenmiş 31 sağlıklı kontrolaraştırmaya dâhil edilmiştir. MDB ve DEHB tanılı gruplar klinisyentarafından doldurulan Klinik Global Değerlendirme Ölçeği (CGI-S)puanlarına göre eşlenmiştir. Katılımcılara DSM-IVe Dayalı ErişkinDEB/DEHB Tanı ve Değerlendirme Envanteri (E-DEHB) doldurtulmuştur. E-DEHBde 1. veya 2. bölümdeki 9ar sorudan en az altıtanesine 2 veya 3 puan verenlere tekrar klinik görüşme yapılarakDEHB tanısı araştırılmış ve DSM-IV-TR ölçütlerine göre erişkinDEHB tanısı konulmuştur. Ayrıca klinisyen tarafından HamiltonDepresyon Ölçeği (HAM-D) uygulanmıştır. Tüm katılımcılara Yakınİlişkilerde Yaşantılar Envanteri (YİYE) doldurtulmuştur.Bulgular: Üç grup arasında YİYE ile saptanan kaygılı bağlanma alttipi puanları açısından anlamlı farklılık bulunmuştur. MDB grubunun sağlıklı kontrollerden kaygılı bağlanma puanlarında anlamlıfark gösterdiği ancak DEHB grubundan farklılık göstermediğisaptanmıştır. Üç grupta kaygılı, kaçıngan ve güvenli bağlanan kişisayıları arasında istatistiki olarak anlamlı farklılık saptanmamıştır. Kaygılı bağlanma oranları ile E-DEHB hiperaktivite alt ölçek(E-DEHB-HA) puanları (p= 0.007, r= 0.463) ve HAM-D puanlarının(p= 0.046, r= 0.361) anlamlı pozitif korelasyon gösterdiği görülmüştür. Buna karşılık kaçıngan bağlanma oranları ise E-DEHB dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu ile ilişkili özellikler puanları(E-DEHB-İÖ) ile (p= 0.002, r= 0.402) anlamlı ve pozitif korelasyongöstermektedir.Sonuç: Bu araştırmada geçmiş çalışmaların aksine DEHB tanılıgrup, MDB grubu ve sağlıklı kontrol grubundan bağlanmaörüntüleri bakımından farklı bulunmamıştır. Bu bulgu kullanılanölçeklere, seçilen yaş grubuna veya örneklemde kadınlarınbaskınlığına bağlı olabilir. Ancak MDB grubunun sağlıklı kontrolgrubuna göre kaygılı bağlanma örüntüsünü daha sık sergilediğisonucuna ulaşılmıştır. Güvensiz bağlanmanın MDB tanısının gelişimini kolaylaştırabileceği, gelişmiş olan bozukluğun devamınısağlayabileceği ve terapiyi olumsuz etkileyebileceği söylenebilir.
-
Amaç: Vajinismusun özellikle doğu ülkelerinde rastlanan en yaygın kadın seksüel disfonksiyonlarından biri olduğu düşünülmektedir. Buçalışma psikiyatri kliniğine başvurdukları zaman majör depresif bozukluğu ve anksiyete bozukluğu tanısı konmuş hastalarda vajinismuskomorbiditesi sıklığını değerlendirmeyi amaçlamaktadır.Gereç ve Yöntem: Bu çalışmaya katılanlar, DSM-IV kriterlerine göre esasen majör depresif bozukluk (24 hasta) veya anksiyete bozukluğu(45 hasta) tanısı konmuş olan, psikiyatri kliniğine başvuran cinsel yönden aktif altmış dokuz kadın hastaydı. Psikiyatristi tarafından ayrıntılıgörüşmeleri yapılmış bu hastaların değerlendirilmeleri dosya taraması ile geriye yönelik olarak yapıldı. Bulgular: Altmış dokuz hastanın hiçbirisinde hali hazırda vajinismus mevcut değil iken, bu hastaların yirmi beşinde (%36.2) vajinismusöyküsü mevcuttu. Majör depresif bozukluk hastaların %45.8inde (on bir hasta) ve anksiyete bozukluk hastalarının %31.1inde (on dörthasta) vajinismus öyküsü mevcuttu. Vajinismus sıklığı öyküsü yönünden her iki grup arasında hiçbir anlamlı farklılık mevcut değildi.Vajinismus öyküsü olan hastalardan sadece bir tanesi geçmişte seksüel terapi için başvurdu. Diğer hastaların semptomları tedaviuygulanmaksızın kayboldu. İyileşme ortalama 13 haftada meydana geldi. Sonuç: Majör Depresif Bozukluk veya Anksiyete Bozukluğu hastalarının, geçmiş öykülerinde vajinismus olup olmaması; cinsel dürtü,uyarılma, vajinal kayganlık ve orgazmdan doyuma ulaşma fazlarında cinsel süreci belirgin etkilememektedir. Bu da vajinismus hastalarınıniyileşme sonrasında cinsel fazlarda ciddi sorunlar yaşamadıklarının bir göstergesidir.
Amaç: Birincil vajinismus (BV) hastalarında cinsel birleşme sırasında, birbiriyle ilişkisiz uyaranların algılanarak baş etme kapasitelerinin üstünde bir stres etkeni olarak yorumlanması ve duyusal bilgi işleme süreçlerinde bir bozukluk, vulvovajinada ağrı duyma ile ilgili korku/kaygı duyma ile ilişkili olabilir varsayımıyla BV hastalarında P50 duyusal kapılama araştırıldı. Yöntem: BV tanısı konan 17-38 yaşları arasında 35 hasta ile yaş ve cinsiyet açısından eşleşti- rilmiş 29 sağlıklı gönüllüye nörofizyoloji laboratuvarında P50 kayıtlaması yapıldı ve sonuçlar karşılaştırıldı. Sonuç- lar: BV grubunun kontrol grubuna göre P50 kapılama oranı ve S1 amplitüdü istatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük saptandı. Tartışma: Beyne gelen uyaranların filtrelenmesinde ve uygun davranışsal yanıtın oluşturulmasında gerekli olan duyusal kapılamanın BV grubunda azalması iç ve dış çevreden gelen, gereğinden fazla ve birbiriyle ilişkisiz uyaranların algılanarak baş etme kapasitelerinin üstünde bir stres etkeni olarak yorumlanmasına neden olabilir. Araştırmamız BV hastalarında duyusal kapılamayı değerlendiren ilk çalışma olduğundan, daha geniş hasta gruplarıyla yapılacak yeni çalışmalara gereksinme vardır. (Anadolu Psikiyatri Derg 2015; 16(4):264-269)
Amaç: Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) hastalarının azımsanamayacak bir kısm ı tedaviye yeterli yanıt vermezler.Yataklı tedavide uygulanan bilişsel davranışçı terapiler (BDT) kronik ve dirençli olgularda dahi bir yarar sağlayabilir.Yineleyen transkranyal manyetik uyarım tedavisi (TMU) ile de umut verici sonuçlar bildirilmiştir, ancak bu iki etkintedavi yöntemini bir arada kullanan çalışma bulunmamaktadır. Yöntem: Tedaviye dirençli ve kronik OKB tanısı olan18 olgu farmakoterapi, BDT ve TMU tedavisi kombinasyonu uygulanmak üzere yatırıldı. Olgular Yale-Brown Obses- yon ve Kompulsiyon Ölçeği (Y-BOCS) ve Hamilton Depresyon Dercelendirme Ölçeği-17 (HDRS-17) ile değerlendi- rildiler. TMU 20 seans, 25 Hz, 1000 vuru parametreleri ile sol dorsolateral prefrontal kortekse uygulandı. Bulgular: Tedavi öncesinde ortalama 30.72±6.12 olan Y-BOCS puanları tedavi bitiminde 12.55±7.44 puana inerek %59.14gerilemiş bulundu. Tedavi öncesinde ortalama 18.38±3.94 olan HDRS-17 puanlarında ise tedavi bitiminde7.94±5.70 puan ile %56.80 azalma saptandı. Uygulanan tedavi seanslarının ortalama sayıları TMU için 23.28±6.78ve BDT için 17.17±5.04 olarak gerçekleşti. Tartışma: Tedaviye dirençli ve kronik OKB olgularında farmakoterapi,BDT ve TMU kombinasyonu ile yapılacak tedavi etkili bir seçenek olabilir.
Amaç: Bu çalışmanın amacı psikiyatri kliniğinde yatarak tedavi gören hastaların intihar olasılığı düzeylerini ve etkile-yen etkenleri incelemektir. Yöntem: Tanımlayıcı ve kesitsel tipte olan araştırma Cumhuriyet Üniversitesi Eğitim veAraştırma Hastanesi Psikiyatri Kliniğinde yatarak tedavi gören 155 hasta bireyle yürütülmüştür. Veriler Tanıtıcı BilgiFormu ve İntihar Olasılığı Ölçeği ile toplanm ıştır. İntihar Olasılığı Ölçeği umutsuzluk, intihar düşüncesi, kendiniolumsuz değerlendirme ve düşmanlık alt boyutlarından oluşmaktadır. Ölçekten alınan puanların yüksek olmasıintihar olasılığının yüksek olduğunu göstermektedir. İstatistiksel değerlendirmede tanımlayıcı istatistikler t testi, tekyönlü varyans analizi ve Kruskall Wallis testi kullanılm ıştır. Bulgular: Hasta bireylerin İntihar Olasılığı Ölçeği toplampuan ortalaması 82.54±14.76 olup orta düzeydedir. Hastaların yaş, cinsiyet, medeni durum, ekonomik durum özel-likleri açısından İOÖ puan ortalamaları arasında anlamlı bir fark saptanmam ıştır. Depresyon tanısı olan, daha öncekendisini öldürmeyi düşünen ve intihar girişiminde bulunan, şu anda intihar düşüncesi olan hastaların İOÖ puanortalamaları diğerlerine göre anlamlı derecece yüksek saptanm ıştır. Tartışma: Hastaların intihar olasılığı genelpuan ortalamaları orta düzeydedir. Daha önce intihar etmeyi düşünen ve intihar girişimi olan hastaların intihar etmeolasılığı daha yüksektir. Sonuçlar psikiyatri kliniğinde hasta güvenliğini tehdit eden intihar potansiyelinin yüksekolduğunu göstermektedir.
Transkraniyal doğru akım tedavisi (tDCS) noninvaziv bir beyin uyarım yöntemidir. tDCS tedavisi, kafatasına yerleş-tirilen anot ve katot elektrotları arasından doğru akım geçirilerek uygulanan bir tedavi yöntemidir. tDCS uygulama-sının noninvaziv ve ucuz bir yöntem olması nedeni ile son 10 yılda giderek artan bir şekilde, etkinlik ve uygulamaalanları ile ilgili araştırmalar yapılmaktadır. Motor korteks uyarımının yanı sıra, nöropsikiyatrik hastalıklarda da uygu-lanmaya başlam ıştır. Bu gözden geçirme yazısının amacı, tDCS tedavisinin uygulama şekli, uygulama alanları,olası etki düzeneklerini tartışmaktır.
Amaç: Çalışmam ızda suç işlemiş erkek şizofreni hastalarında madde kötüye kullanım ının, suç ve şiddet davranışıile hastalığın klinik bulguları üzerine etkilerinin araştırılması amaçlandı. Yöntem: Bakırköy Ruh Sağlığı ve SinirHastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Adli Psikiyatri Biriminde işledikleri bir suç nedeniyle yatarak gözlemveya koruma ve tedavi amacıyla bulunan, DSM-IV tanı ölçütlerine göre şizofreni tanısı konmuş erkek hastalar çalış-maya alındı. Hastalardan yaşam ının bir döneminde ve/veya şu anda DSM-IV-TR tanı ölçütlerine göre madde kulla-nım bozukluğu bulunanlar belirlenerek eştanısı olan (s=50) ve olmayan (s=50) iki grup Sosyodemografik VeriFormu, Pozitif ve Negatif Sendrom Ölçeği (PANSS), İçgörünün Üç Bileşenini Değerlendirme Ölçeği (İÜBDÖ) veTaylor Suç Şiddet Derecelendirme Ölçeği ile değerlendirildi. Bulgular: Çalışmam ızda madde kötüye kullanım ı eştanısı olan şizofreni hastalarının %90 oranında paranoid alt tipte olduğu saptandı. Eş tanı durumunda işlenen suçsayısının fazla olduğu, ciddi şiddet içeren insan öldürme ve öldürme girişimlerinin olduğu, daha çok bıçak ve taban-ca kullanıldığı belirlendi. Madde kullanan grubun %88i suç sırasında madde etkisinde olduğunu, esrar ve karışıkmadde yeğlediklerini belirtti. PANSS puanları madde kullanan grupta daha yüksekti. Çocukluk çağında fizikselşiddete maruz kalma, intihar girişimi ve kendine zarar verici davranışlar eş tanılı grupta daha fazla bildirildi. Sonuç:Şizofreni hastalarında madde kötüye kullanım ı eş tanısı, psikopatoloji, şiddet davranışı, suç işleme davranışı vetedavi uyumuna belirgin etkide bulunmaktadır. Şizofreni hastalarında madde ve suç arasında nedensel ilişkininaraştırıldığı çalışmalar, korumaya yönelik önlemler geliştirilmesinde de yardımcı olabilir.
Objective: Recent studies in patients with Bipolar Disorder (BD) have revealed problems inemotion recognition, specifically for negative emotions, which have been subsequently relatedto amygdala activity. Previously, the prosocial neuropeptide oxytocin has been shown to beone hormone that alters emotion perception capacities and modulates amygdala response.Accordingly, the aim of this study was to see if plasma oxytocin levels have specific effects onpredicting emotion recognition patterns in BD.Methods: Twenty-eight remitted BD patients were recruited for this study and the ViennaEmotion Recognition Task was given. In addition, blood samples were collected for plasmaoxytocin analysis.Results: Strong associations were found between fearful emotions and basal oxytocin levels,which were supported by a stepwise regression analysis. Patients with higher levels of basaloxytocin also exhibited greater recognition of fearful emotions.Conclusions: The relationship between recognition of fearful faces and individual endogenousoxytocin levels may contribute to explaining individual differences in social functioning andamygdala dysfunction in BD.
Bu araştırmanın amacı siber zorba, siber mağdur, siber zorba/mağdur ve siber zorbalığa hiçbir biçimde karışmamış bireylerin oranını araştırmak ve siber zorbalık ve mağduriyete ilişkin risk faktörlerini belirlemektir. Araştırma Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi polikliniğine başvuran 160 ergenle yürütülmüştür. Veriler Sosyodemografik Bilgi Formu, İnternet Bağımlılığı Ölçeği ve Siber Mağduriyet ve Zorbalık Ölçeği kullanılarak toplanmıştır. Araştırma sonuçları siber zorbalığın cinsiyet, internet kafeye gitme sıklığı, ergenin annesinin internet becerisine ilişkin algısı, günlük sosyal paylaşım sitelerine girme süresi, internet bağımlılığı riski, interneti en çok çevrimiçi oyun oynamak amacıyla kullanma ve ailenin aylık geliri ile ilişkili olduğunu göstermiştir. Öte yandan siber mağduriyetin ise internet kafeye gitme sıklığı, ergenin annesinin internet becerisine ilişkin algısı, interneti en çok çevrimiçi oyun oynamak amacıyla kullanma ve internet bağımlılığı riski ile ilişkili olduğu bulunmuştur. Araştırma sonuçları alanyazın ışığında tartışılmıştır.
-
Amaç: Çalışmamızda sigara bırakma polikliniğine başvuran erişkin sigara bağımlılarıyla benzer sosyodemografik özelliklere sahip sigara içmeyen kontrol grubunun mizaç karakter özellikleri ve genel psikopatoloji düzeyleri karşılaştırılarak, sigara bırakma ile genel psikopatoloji ve bağımlılık düzeyi arasındaki ilişkiyi araştırmak amaçlanmıştır.Gereç ve Yöntem: Sigara bırakma polikliniğine başvuran 18-65 yaş arası, DSM-IV tanı ölçütlerine göre nikotin bağımlılığı tanısı alan ardışık 68 hasta çalışmaya alınmıştır. Katılımcılara sosyodemografik özellikleri ve sigara kullanımlarıyla ilişkili bilgileri edinmek için oluşturduğumuz yarı yapılandırılmış form, Fagerstörm nikotin bağımlılık testi, semptom kontrol listesi ölçeği (SCL-90 R), Hamilton Depresyon (HAM-D), Hamilton Anksiyete (HAM-A) ölçeği ve Cloninger Mizaç Karakter ölçeği uygulandı. Veriler SPSS 17.00 programında değerlendirilmiştir. Hastalar altı ay sonra telefonla aranarak sigara kullanıp kullanmadıkları öğrenilmiştir. Bırakma durumlarına göre mizaç karakter özellikleri, genel psikopatoloji ve bağımlılık düzeyleri değerlendirilmiştir. Bulgular: Sigara kullanan grupta SCL somatizasyon, SCL depresyon, SCL anksiyete, SCL öfke düşmanlık, SCL ek skala, SCL fobi ve SCL genel değerlendirme puanları anlamlı olarak daha yüksekti. Toplam NS (Yenilik arayışı), toplam HA (Zarardan kaçınma) sigara içen grupta; toplam S (Kendi kendini yönetme), P (Sebat etme), C (İş birliği yapma) puanları kontrol grubunda daha yüksekti. ST (Kendini aşma) ve RD (Ödül bağımlılığı) açısından gruplar benzerdi. Hafif ve ağır bağımlılar mizaç ve karakter özellikleri açısından benzerdi. Sigarayı bırakan ve bırakamayan grupta psikopatoloji açısından bir fark yoktu. Sigara bırakma durumu ile bağımlılık düzeyi arasında bir ilişki yoktu. Sonuç: Sigara bırakma tedavisi için başvuran bağımlıların ayrıntılı psikiyatrik değerlendirilmelerinin yapılması, mizaç ve karakter özelliklerinin de göz önünde bulundurularak kişiye özel tedavi planının yapılması gereklidir.
AMAÇ: Bu çalışma, kalp ve akciğer dokularında yanıkla uyarılan oksidatifhasara karşı kaptopril tedavisinin olası koruyucu etkisini saptamak için tasarlandı.GEREÇ VE YÖNTEM: Eter anestezisi altında sırt derileri traş edilen Wistar albino türü sıçanlar 10 saniye süreyle 90°C suya tutuldu. Yanık hasarın-dan sonra ve 12 saat sonra olmak üzere 10 mg/kg intraperitoneal kaptopril uygulandı. Kontrol grubunda ise sıçanların sırtı 10 saniye süreyle 25°C suya tutuldu. Yanık hasarından 24 saat sonra ekokardiyografik kayıtları alınan sıçanlar dekapite edildi ve kalp ve akciğer doku örnekleri çıkartılarak tümör nekroz faktör-? (TNF-?), malondialdehit ve glutatyon düzeyleri, miyeloperoksidaz, kaspaz-3 ve Na+, K+-ATPaz aktiviteleri tayini ile histolojik analizler yapıldı.BULGULAR: Yanık sol ventrikül fonksiyonlarında önemli değişikliklere neden oldu. Kalp ve akciğer dokularında yanık hasarına bağlı olarak glutatyon düzeyleri ve Na+, K+-ATPaz aktivitelerinin azaldığı ve TNF-? ve malondialdehit düzeyleri ile miyeloperoksidaz ve kaspaz-3 aktivitelerinin arttığı bu-lundu. Kaptopril tedavisinin, azalmış glutatyon düzeyi ve Na+, K+-ATPaz aktivitesini anlamlı düzeyde yükselttiği ve sitokin ve malondialdehit düzeyleri ve miyeloperoksidaz ve kaspaz-3 aktivitelerini ise anlamlı düzeyde azalttığı bulundu.TARTIŞMA: Kaptopril kalp ve akciğer dokularında yanıkla uyarılan hasarı önler ve oksidatif organ hasarına karşı korur.
Özellikle tedavisel aralığı dar olan ilaçlar için tedavi etkinliğini sağlayabilmek, yan etkileri en aza indirebilmek için farmakolojik tedavinin kişiye özel uygulanması gereklidir. Sitokrom P450 enzimlerinin fenotiplemesi hem değerli bir araştırma yöntemi, hem de metabolik kapasitesinin genetik temelinin değerlendirilmesi için bir araçtır. Teknik, bir prob ilaç (ölçüm maddesi) kullanarak metabolik kapasitenin tahmin edilmesine dayanır. Fenotipleme ilaç etkileşimleri, genetik polimorfizmler, hepatik hastalıklar ve ilacın farmakokinetiğini etkileyebilecek diğer etkenlerin toplam etkisini gösterir. Bunun için fenotiplemede her bir sitokrom enzim sistemine özgü substratların kullanımı gereklidir. Son dönemde birden fazla sitokrom enzim sisteminin in vivo değerlendirmesine olanak tanıyan ölçüm maddeleri kokteylleri ile fenotipleme kullanılmaya başlanmıştır.
Amaç: Çalışmada bilişsel davranışçı tekniklere dayalı olarak hazırlanan öfke yönetimi programının lise öğrencilerinin öfke ve atılganlık düzeylerine etkisini belirlemek amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışma ön test-son test kontrol gruplu deneysel çalışma deseninde yürütülmüştür. Bir lisede dokuzuncu sınıfta öğrenim gören öğrencilere Sürekli Öfke ve Öfke Tarz Ölçeği (SÖÖTÖ) ile Rathus Atılganlık Ölçeği (RAÖ) uygulanmıştır. Araştırmaya alınma ölçütlerini karşılayan 51 öğrenci randomize olarak cinsiyet ve ölçek puanları açısından eşleştirilerek deney ve kontrol grubuna atanmıştır. Deney grubundaki öğrenciler 12"şer kişilik iki gruba ayrılmıştır. Grup haftada bir gün, bir buçuk saat süreyle toplanmış ve çalışma 10 hafta devam etmiştir. Grup çalışmasının bitiminde deney ve kontrol grubundaki öğrencilere ölçekler tekrar uygulanmıştır. Veriler SPSS 16.0 istatistik paket programında değerlendirilmiş, çözümlemede Levene testi, ki-kare ve t testi kullanılmıştır. Bulgular: Deney ve kontrol grubunun SÖÖTÖ ve RAÖ puanları arasında ilk ölçümde istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamıştır. Programdan sonra yapılan ölçümde SÖÖTÖ sürekli öfke, öfke içte ve öfke dışta alt ölçek puan ortalamaları deney grubunda kontrol grubundan düşük; öfke kontrol alt ölçeğinde ise deney grubunun puan ortalaması kontrol grubundan yüksek olup, farkın anlamlı olduğu belirlenmiştir. Programdan sonra deney grubunun RAÖ puan ortalamasının ise, kontrol grubundaki öğrencilerden daha yüksek olduğu saptanmıştır. Sonuç: Bu çalışmanın sonuçları bilişsel davranışçı tekniklere dayalı olarak oluşturulan öfke yönetimi programının öğrencilerin sürekli öfke düzeyinde azalma, öfkeyi uygun biçimde belirtme, öfkeyi kontrol etme ve atılgan bir şekilde davranış geliştirmeyi sağladığını göstermiştir.

/ 37
35 / 37