720 sonuç

Tarama Sonuç Kümeleri
Tümünü Listeye Ekle
Transkraniyal manyetik uyarım (TMU) tekniği, gerek serebral korteks işlevlerinin lokalizasyonunu belirlemeyi amaçlayan nörofizyolojik araştırmalarda, gerekse sinir sistemi hastalıklarının tedavisini hedefleyen klinik çalışma- larda kullanılır. TMU beyin dokusunun uyarımını sağlayan, invazif olmayan bir tekniktir. Sinir sisteminin belli bir bölgesine ayarlanabilir bir şiddette ve frekansta, bir defa veya çok sayıda manyetik atım verilmesinden oluşur. TMU'nun klinik uygulamaya girdiği 1985 yılından bu yana en fazla çalışma depresyon hastaları üzerine yapılmış- tır. Klinik çalışmaların çoğu, TMU'nun depresyon tedavisinde etkili olduğunu göstermektedir. TMU farmakolojik tedavilere yanıt vermeyen dirençli depresyonda da uygulanmış ve yalancı (sham) TMU'ya üstün bulunmuştur. Beynin her iki hemisferinin çeşitli bölgeleri farklı parametreler kullanılarak uyarılmıştır, ama araştırmalara katılan depresyon hastalarının %90'ına sol dorsolateral prefrontal kortekse yüksek frekanslı ve tekrarlayan uyarımlar verilmiştir. Yüksek frekanslı ve tekrarlayan TMU'nun en ciddi yan etkisinin, oldukça nadir görülmekle birlikte nöbet olduğu bildirilmektedir. Bu yazıda tekrarlayan TMU (tTMU) uygulaması sırasında jeneralize tonik-klonik nöbet geçiren bir olgu sunulmakta ve TMU ile indüklenen nöbet üzerine literatür gözden geçirilmektedir.
Obsesif Kompülsif Bozukluk (OKB) ergen topluluğunda yaygın olarak görülmektedir. OKBsi olan ergenler genellikle işlevselliği önemli ölçüde bozulduğunda tıbbi yardım aramaktadır. Bu sebeple ergen topluluğunda OKB taranması önemlilik arz etmektedir. Bu çalışmada kolay, hızlı ve özbildirime dayalı uygulanabilen üç maddelik taramanın duyarlılık, özgüllük ve tahmin edebilme güçlerini değerlendirmeyi amaçladık. Bu çalışmanın alan örneklemini 14-17 yaşları arasındaki toplam 177 lise birinci sınıf öğrencisi oluşturmaktadır. DSM-IV Eksen I Bozuklukları İçin Yapılandırılmış Klinik Görüşme Araştırma Formu OKB modulü sonuçları ile özbildirime dayalı Çocuk Ergen Davranışlarını Değerlendirme Ölçeğinden geliştirilen üç maddelik Obsesif Kompulsif Ölçeğinin (ÇEDDÖ-OKÖ) tahmini sonuçları karşılaştırılmıştır. OKB sıklığı (şimdiki) yapılandırılmış görüşmeye göre %2.8 olarak saptanmıştır. Obsesif Kompulsif Ölçeği taramasına göre olası OKB %46 olarak saptanmıştır. Üç maddelik ÇEDDÖ-OKÖ ölçeğinin duyarlılığı %60, özgüllüğü %54, pozitif prediktif değeri %4 ve negatif prediktif değeri %97 olarak bulunmuştur. Sonuç olarak; üç soruluk tarama ile OKB saptama yönteminin duyarlılığı ve özgüllüğü orta düzeydedir. OKB olmayan ergenleri ayırması iyi düzeydedir. Buna karşın pozitif tahmin etme gücünün düşüklüğü sebebiyle bu yöntemin yeniden geliştirilmesi gereklidir.
-
Amaç: Çalışmanın temel amacı, bir devlet hastanesinde görev yapan sağlık çalışanlarının iş doyumlarını ve iş streslerini sosyodemografik özelliklerine göre değerlendirmek ve aralarında bir ilişki olup olmadığını araştırmaktır. Yöntem: Veriler Sivas Numune Hastanesi‟nde çalışan toplam 180 sağlık çalışanında Minnesota İş Doyumu Ölçeği, Algılanan İş Stresi Ölçeği ve sosyodemografik değişkenleri içeren bir form doldurularak elde edildi. Bulgular: Çalışmamızda erkeklerde kadınlara göre, lisansüstü mezunlarında ön lisans ve lisans mezunlarına göre, hekimlerde hemşirelere göre iş doyumu puanları anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur. Kırk beş yaşından büyük yaş grubunda 34 yaşından küçük yaş grubuna göre ve diğer sağlık çalışanlarında hemşirelere göre dış doyum puanları anlamlı derecede yüksek bulunmuştur. Kadınlarda ve hemşirelerde iş stresi puanları diğer gruplardan yüksek, lisansüstü mezunlarında düşük bulunmuştur. İş doyumu ile iş stresi arasında anlamlı düzeyde negatif bir ilişki vardır. Sonuç: Çalışmamızda sağlık çalışanlarının iş doyumu ve iş stresi sosyodemografik olarak incelenmiştir. Sağlık kurumlarında hasta memnuniyetinin yanı sıra, çalışanların sorunlarıyla ilgilenilmesi ve çözüm üretilmesi iş doyumunun sağlanması ve iş stresinin giderilmesi için önem taşımaktadır.
Amaç: Bu çalışmanın amacı; cinsel obsesyonlarla seyre den obsesif-kompulsif bozukluk (OKB) hastalarıyla diğer OKB hastalarını çocukluk çağı travması, cinsel işlev bo zukluklarının şiddeti, eksen I psikiyatrik bozukluk komor biditesi, OKB tip ve şiddeti ve de sosyodemografik verileri açısından karşılaştırmaktı. Yöntemler: Ayaktan tedavi ünitesine ardışık başvurula rı içeren 80 OKB hastası alındı. Öncelikle, her bir OKB hastası, DSM IV Eksen I Bozukluklar için Yapılandırılmış Klinik Görüşme (SCID-I) kullanılarak değerlendirildi. OKB semptomları ve semptom şiddeti Yale-Brown Obsesif Kompulsif Ölçek (YBOCS) ile değerlendirildi. Travmalar Çocukluk Çağı Travma Yaşantıları Anketi ile değerlendiril di. Cinsel işlev bozukluğu şiddeti Arizona Cinsel Yaşantı lar Ölçeği kullanılarak değerlendirildi. Mevcut depresif ve anksiyete semptomları 17 maddeli Hamilton Depresyon Değerlendirme Ölçeği ve Hamilton Anksiyete Değerlendirme Ölçeği kullanılarak değerlendirildi. Bulgular: Bizim klinik populasyonumuzda cinsel ob-sesyon sıklığı OKB tanısı alanların %15’inde mevcuttu.Duygusal istimar ve ensest belirgin biçimde daha yüksek oranda cinsel obsesyonlarla seyreden OKB ile ilişkili idi.Dini, agresif ve istifleme obsesyonları ile istifleme kompulsiyonları belirgin biçimde daha yüksek oranda cinsel obsesyonlarla seyreden OKB ile ilişkili idi. Cinsel obsesyonu olan OKB hastaları, cinsel obsesyonu olmayanlardan ASEX skorları, Y-BOCS skorları, HAM-D, HAM-A skorlarıve demografik özellikler bakımından herhangi bir farklılık göstermedi. Sonuç: Cinsel obsesyonlar dini, agresif ve istifleme ob sesyonları, istifleme kompulsiyonları, duygusal ihmal, ensest ve somatoform bozukluk komorbiditesi ile ilişkili bulundu.
Bu kesitsel araştırmanın amacı, yetişkin bağlanma tarzları ile Tanrı'ya bağlanma tarzları arasındaki ilişkiyi Türk örnekleminde incelemektir. Çalışmaya Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde eğitim gören 109 kişi ile İstanbul şehrindeki çeşitli üniversitelerde ilahiyat dışı bölümlerde okuyan 104 kişi katılmıştır. Katılımcıların yetişkin bağlanma tarzları Yetişkin Bağlanma Ölçeği ile Tanrı'ya bağlanma tarzları ise, Tanrı'ya Bağlanma Ölçeği ve Tanrı'ya Bağlanma Envanteri (TBE) ile ölçülmüştür. Katılımcıların hem insanlara hem de Tanrı'ya güvenli bağlanmaya eğilim gösterdiği tespit edilirken, ilahiyat eğitim alanların almayanlara kıyasla Tanrı'ya daha güvenli bağlandıkları tespit edilmiştir. Ayrıca, sosyodemografik değişkenlerle Tanrı'ya bağlanma tarzları arasındaki olası ilişkiler tartışılmıştır. Yetişkin bağlanma tarzı ile Tanrı'ya bağlanma tarzı arasındaki ilişkiyi analiz etmek için gerçekleştirilen ANOVA ve t-test sonuçlarına göre, Tanrı'ya kaçıngan bağlanma tarzı ile kaygılı yetişkin bağlanma tarzı arasında kısmen anlamlı bir ilişki bulunurken, özellikle yetişkinlikte kaygılı bağlanma ile Tanrı'ya kaygılı bağlanma arasında oldukça anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Elde edilen bulgular ile, literatürdeki ikame hipotezi desteklenmiştir
Toplum ve toplum bireyleri geleceğini şekillendirmek için tarihi geçmişlerini, kültür ve kültürel değerlerini iyi bilmeli ve anlamalıdır. Bir toplumu daha ileri seviyelere ancak bu değerler götürebilir. Gelecekte sağlayacağımız başarı ancak geçmişte yaşananları bilmek ve geleceği buna göre şekillendirmekle sağlanabilir. Türk tarihi geçmişine baktığımızda bu değerlerin oldukça yoğun olduğu gerçeğini görürüz. Türk tarihi geçmişinde yaşanan olumlu ve olumsuz çok yönde olay bulunmaktadır. Bu olayların en önemlisi Atatürk döneminde yaşananlardır. Özellikle Cumhuriyet dönemi ve öncesinde yaşanan olaylara baktığımızda bir tarih yazıldığını görürüz. Kıt kaynaklar ve ekonomik gücüm yetersiz olmasına rağmen bugünkü hale gelen Türkiye Cumhuriyetinin ekonomik ve politik anlamda temelleri Atatürk dönemi içerisinde atılmıştır. Atatürk ve günümüz mali politikaları bir evrim geçirerek bugünkü halini almıştır. Bu çalışmada Atatürk ve günümüz mali politikaları literatür açısından değerlendirilerek sonuç çıkarılmaya çalışılmıştır. Günümüzde Türkiye Cumhuriyetinin AB sürecinde uyguladığı bazı mali politikalar ve buna yönelik çalışmalara da değinilmiştir. Çalışma özellikle günümüz ve geçmiş dönemde yaşanan mali politikalar hakkında spesifik olarak bilgi vermektedir.
Yönetimde merkeziliğin tarihe karışmış olduğu günümüzde, sosyal politikalar belirlemek ve uygulamak da merkezden uzaklaşmış yerelleşmiştir. Böyle olması da gerekirdi. Zira halka en iyi hizmeti ona en yakın olanın vermesi hem yararlılık, hem de ulaşım, iletişim ve ekonomik bakımdan daha elverişli olacaktır. Kamu yönetimi birimleri olan belediyelerin hizmetlerinde halka en yakın birim olması bakımından sosyal çalışmaları diğer kamu yönetim birim ve organlarına oranla büyük önem arz etmektedir. Küreselleşme ve neo-liberalizmin yaygınlık kazanması ile birlikte devletin ve onun yönetim birimlerinin sosyal refah sağlamak ve sürdürmek için gerekli olan sosyal faaliyetlerine yeni boyutlar eklenmiştir. Bu küreselleşme sürecinde yerel yönetimlerin sorumluluk alanları genişletilmiş buna paralel olarak belediyelerin önemi de artmıştır. Ancak sağlıksız kentleşmenin mevcut olduğu ülkemizde yerel yönetimlerin sorumlulukları da hem nicel açıdan hem nitel açıdan çeşitlilik ve yoğunluk kazanmıştır. Yerel yönetimlerin gayesi bir cümle ile ifade edilecek olursa o da elindeki maddi imkânları ve yasal yetkilerini azami derecede verimli kullanarak, sınırları dâhilindeki halkın mutluluğunu, refahını sağlamaktır. Ülkemizde İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerin nüfuslarının nerdeyse yarısının varoşlarda yaşadığı ve bunların büyük bölümünün de yoksul olduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda ise, söz konusu refahı sağlamanın ne kadar stratejik ve sürdürülebilir uygulamaları, hizmetleri gerektirdiği ortadadır. Bu kadar çeşitlenen görevlerin üstesinden gelebilmeleri için bilhassa belediyelere, eğitimden konuta, sağlığa, sosyal yardım ve sosyal hizmetlere kadar ki görev yelpazesinde yetkiler ve imkânlar merkezi hükümet tarafından sağlanması gereklidir. Bu çalışma ile konunun teorik yönü ele alındıktan sonra örneğimizi oluşturan Esenler Belediyesinin projeleri ve verileri ile birlikte yaptığımız alan araştırmasının verileri analiz edilmiştir.
Üniversitelerdeki üretim ve teknolojik alandaki teknik ve teorik bilgi birikiminin sanayide kullanı- labilmesi verimi artıran ve ülke ekonomisine katkı sağlayacak olan en önemli unsurlardandır. Bu gerçeğin oldukça geç bir dönemde farkına varan ülkemizdeki sanayi kuruluşları ve üniversiteler için en önemli teşvik kurumlarının başında TUBİTAK ve KOSGEB gelmektedir. Ancak bu gibi kurumların desteğini ivedilikle ve en verimli şekilde kullanacak olan üniversite ve işletmelerin rolü belirleyici olacaktır. Türkiyede 12 Mart 2008 tarihinde yürürlüğe giren 5746 sayılı Ar-ge faaliyetlerinin desteklenmesi hakkında kanun ile bu alanda devlet desteği ve harcama yardımları yasalaştırmıştır. Biz de bu çalışmamızda yer yer Türkiye İstatistik Kurumu verilerinden de yararlanarak alınan bu desteklerin niceliği ve kullanılma oranları hakkında değerlendirme ve analizler yapmaktayız. Sanayi kuruluşlarının, işletmelerin hem yapı bakımından hem de finansal olarak güçlü olmaları üretimin veriminde etkili olmaktadır. Ancak bu şekilde yurt içinde ve uzun vadede uluslararası rekabet gücü- ne sahip olabilmektedirler. Ülke kaynakları ile hayatiyetlerini sürdüren üniversitelerin üretime bilgi ve teknoloji sağlamada yetersiz kalması halinde bu kaynakların atıl hale gelmiş olması söz konusu olur. Oysa bu bilgiler, teknolojiler endüstriye, işletmelere kazandırılmış olduğu takdirde kaliteli ve rekabet edebilir ürünlerin üretilmesi ve böylelikle ülke mallarının uluslararası piyasalarda da kalitesi ile öne çıkması sağlanmış olacaktır. Günümüz sanayi üretiminde uluslararası değer kazanabilmek için daha farklı ve daha kaliteli üretim şarttır. Yoksa standart üretim uzun vadede kar sağlama konusunda yetersiz kalmakta ve işletmeye rekabet gücünü kaybettirebilmektedir. Yeniliğin desteklenmesi de bu anlamda uluslararası piyasalarda yer edinebilmek hatta rekabet için elzemdir. Bundan da öte, özellikle değişken ekonomik süreçlerin yaşandığı günümüz dünya piyasalarında yeni teknoloji geliştirme, yenilikçilik işletmeler için adeta varlıklarını sürdürme gerekliliği haline gelmiştir. Bu süreçte maliyet odaklı rekabet stratejilerinin yerini yenilikçilik perspektifiyle şekillendirilen stratejiler önem kazanmıştır. Bu tür işletmelerin hem kuruluş aşaması ve hem de Ar-ge ve yenileştirme faaliyetlerinde desteklenmesi de özellikle ülkemizdeki küçük ve orta ölçekli sanayi birimleri için hayati önem arz etmektedir. Gerek üretim için finans desteği gerekse üretim bilgileri açısından desteklenen ve üniversitelerle işbirliğine gidecek olan işletmelerin sayısının artırılması ülkenin ekonomisinde de tahmin edilenlerin ötesinde gelişme ve katkı sağlayacaktır. İşte bu çalışmamızda bu desteklerin belli programlar çerçevesinde işletmelere sağlanmasının önemini istatistik verileri de değerlendirerek analiz ettikten sonra model önerisinde bulunmaktayız.
Amaç: Bu çalışmada şizofreni hastalarında şiddet davranışı ile içgörü, klinik belirtiler ve tedavi uyumu arasındaki ilişkinin incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde DSM-IV-TRye göre şizofreni tanısıyla yatarak tedavi tedavi gören, 20-65 yaş arasındaki rastgele yöntemle seçilmiş 104 olgu dahil edilmiştir. Hastalara, İçgörünün Üç Bileşenini Değerlendirme Ölçeği (İÜBDÖ), Açık Saldırganlık Ölçeği (ASÖ) ve Pozitif ve Negatif Sendrom Ölçeği (PANSS) uygulanmıştır. Bulgular: Tedavi uyumu içgörü düzeyi ile ilişkili bulunmuştur. Tedaviye uyum göstermeyen olguların ASÖ puanlarının, uyum gösteren olgulardan anlamlı düzeyde yüksek olduğu saptanmıştır. İÜBDÖ ile PANSS pozitif ve PANSS negatif puanı arasında ters yönde anlamlı ilişki saptanmış, fakat PANSS genel psikopatoloji puanı ile anlamlı düzeyde ilişki saptanmamıştır. ASÖ puanı ile PANSSın yalnızca PANSS pozitif alt ölçeği toplam puanı arasında ilişki bulunmuştur. ASÖ ile İÜBDÖ arasında ilişkili bulunmamıştır. Sonuç: Örneklemimizde, tedavi uyumunun içgörü ile pozitif, saldırganlıkla negatif yönde ilişkili olduğu; saldırganlığın da hastalık şiddeti ile ilişkili olduğu saptanmıştır. Kurumsal veya toplum bazlı çalışmalarla ve ayaktan takip edilen hastaların psiko eğitimiyle tedavi uyumu artırılmalıdır. Böylece hastalık şiddeti azaltılarak saldırgan davranışların en aza indirilmesi sağlanabilir.
Bu olgu literatürde ilk kez tanımı yapılan bir klinik tablodur ve bu tablonun kardinal belirtileri, (Situs) (Inversus totalis), (Nevüs), (Anksiyete) ve (Nistagmus)tur. Söz konusu belirtilerin baş harfleri tarihteki bir Türk Mimarını kodladığı için söz konusu tabloyu SINAN Sendromu olarak adlandırmayı uygun bulduk ve olası yeni sendromun otozomal çekinik ve Xe bağlı bir geçişi beraber gösterdiğini düşündük.
Anksiyete bozuklukları toplumda en yaygın görülen psikiyatrik bozukluklardır. Onlar işlev bozukluklarına neden oldukları, yaşam kalitesini düşürdükleri, yüksek komorbiditeye sahip oldukları için toplum açısından çok önemlidir. Bu gözden geçirmede panik bozukluğu, genelleşmiş anksiyete bozuklukları, fobik bozukluklar, obsesif kompulsif bozukluk ve travma sonrası stress bozukluğu gibi anksiyete bozukluklarının yaygınlık oranları gözden gçirilmiştir. Ayrıca yaş, cinsiyet, eğitim düzeyi, medeni durum, gelir düzeyi, stresli yaşam olayları, genetic ve pozitif aile öyküsü gibi anksiyete bozukluklarının risk etkenleri de gözden geçirilmiştir.
Yaygın anksiyete bozukluğu (YAB) yaşam boyu yaygınlığı %5 oranında, engelleyici belirtileri olan kronik bir psikiyatrik bozukluktur. Medikal ve psikiyatrik diğer hastalıklarla da yüksek komorbidite gösteren bu bozukluk yaşam kalitesini bozarak kişisel ve ekonomik yük oluşturmaktadır. Uzun süreli YAB tedavisinde amaç ruhsal ve bedensel belirtileri azaltmak, uykuyu düzenlemek, hastanın işlevlerini iyileştirmek, yaşam kalitesini artırmak, komorbid durumları tedavi etmek ve sonuç olarak remisyon sağlamak ve relapsları önlemektir. Mevcut tedavi seçeneklerinin dezavantajlarını taşımayan ve anksiyeteyi etkili bir şekilde tedavi edebilen yeni ajanlara gereksinme duyulması, nöroanatomi ve nörokimya alanlarındaki gelişmeler sonucu son yıllarda yeni düzenekler üzerinden etkili ve güvenilir tedavi seçenekleri kullanıma sunulmuştur. Bu yazıda YAB için ilaç tedavisi gözden geçirilmiş ve kullanıma yeni giren ilaçlar arasında ümit vaat eden pregabaline ayrıca değinilmiştir. (Anadolu Psikiyatri Derg 2012; 13:232-238)
ÖZET Anksiyete bozuklukları tüm dünyada giderek büyüyen bir sağlık sorunudur. Anksiyete bozuklukları işlevsel bozukluğa neden olduğu, yaşam kalitesini düşürdüğü ve yüksek komorbidite gösterdiği için toplum ruh sağlığı açısından çok önemlidir. Anksiyete bozukluklarının etiyolojisiyle ilgili çok sayıda araştırma olmakla birlikte, birçok psikiyatrik bozuk- lukta olduğu gibi görece yeterli düzeyde anlaşılmadan kalmıştır. Bu yazıda, anksiyete bozukluklarının biyolojik, ruhsal, bilişsel-davranışçı ve sosyal etkenler gibi etiyolojik etkenleri gözden geçirilmiştir. (Anatolian Journal of Psychiatry 2012; 13:224-231)
Amaç: Bu çalışma, entegre eğitim programından yeni mezun ve henüz çalışmaya başlamamış olan hemşirelerin aldıkları okul eğitimine ilişkin düşünceleri ve profesyonel kimliklerinin gelişim düzeylerini değerlendirmek amacıyla yapılmıştır. Yöntem: Tanımlayıcı tipte olan çalışma, entegre eğitim programı uygulayan bir Hemşirelik Bölümü’nden yeni mezun olan 82 hemşire ile gerçekleştirilmiştir. Çalışmada “Kişisel Bilgi Formu” ve “Hemşirelerde Profesyonel Benlik Kavramı Ölçeği (HPBKÖ)” kullanılmıştır. Bulgular: Yeni mezun hemşirelerin %61’i bu okulda eğitim görmekten memnun olduğunu, %84.1’i okul eğitiminin kendi- lerini mesleğe hazırlamakta yeterli olduğunu belirtmiştir. Hemşirelerin hemen hepsi (%86.6) okul eğitiminin mesleğe bakış açısını olumlu etkilediğini ve okuldaki derslerin mesleki bilinç kazandırmada etkili (%96.3) olduğunu düşünmektedirler. Ayrıca hemşirelerin HPBKÖ genel puan ve alt boyut puan ortalamalarının, olumlu yönde ortalamanın üstünde olduğu be- lirlenmiştir. Okul eğitiminden memnun olan, okul eğitimi mesleğe bakış açımızı olumlu etkiledi diyen hemşirelerin HPBKÖ genel puan ortalamaları anlamlı derecede yüksek saptanmıştır (p<0.01). Okul eğitiminin kendilerini mesleğe hazırladığını belirtenlerin HPBKÖ puanları daha yüksek saptanmıştır. Sonuç: Entegre eğitim uygulayan bir hemşirelik lisans programından yeni mezun olan hemşirelerin aldıkları okul eği- timine ilişkin düşünceleri genel olarak olumludur. Yanı sıra entegre eğitim programından yeni mezun olan hemşirele- rin profesyonel kimliklerinin olumlu yönde ve ileri düzeyde geliştiği söylenebilir. Okul eğitimini olumlu olarak algılayan hemşirelerin profesyonel kimlik gelişimleri de olumlu olmuştur.
Amaç: Şizofreni hastalarında, şizofreni hastalarının ailelerinde ve majör depresif bozukluk (MDB) hastalarındaki başkalarını ve kendini damgalamayı değerlendirmek ve damgalama ile ilişkili etkenleri incelemektir. Yöntem: Kendini Damgalamayı Değerlendirme Ölçeği kullanılarak 167 şizofreni hastası, 86 MDB hastası ve 45 şizofreni hastasının yakınıyla görüşüldü. Başkalarını ve kendini damgalama ile hastalığın şiddeti, hastalığın süresi ve nüfus özellikleri arasındaki ilişkiler her grup için çözümlendi. Hastalık şiddeti Klinik Genel İzlenim Ölçeği ile değerlen- dirildi. Bulgular: Başkalarını damgalama ve kendini damgalama açısından şizofreni hastaları ile MDB hastaları arasında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde fark saptandı. Şizofreni hastalarının ailelerinde başkalarını damgala- ma yüksek oranda saptandı. Şizofreni hastaları ve hasta yakınlarında kendini ve başkalarını damgalama puanları ile sosyodemografik, nüfus ve klinik özellikler arasında anlamlı bir ilişki saptanmazken, MDB hastalarında klinik durumun şiddeti ile başkalarını ve kendini damgalama puanları arasında pozitif yönde anlamlı bir ilişki saptandı. MDB hastalarında kendini damgalama ile eğitim düzeyi arasında pozitif bir ilişki saptandı. Tartışma: Şizofreninin yeti yitimiyle giden doğası ve olumsuz toplumsal tutumlar, şizofreni hastalarında kendini damgalamada nedensel bir rol oynayabilir. Damgalamanın olumsuz sonuçlarını önlemek için klinisyenler hastaları ve aileleri tedavi eder- ken hastalarda ve ailelerde de görülebilen başkalarını ve kendini damgalamayı dikkate almalıdır. (Anadolu Psikiyatri Derg 2012; 13:1-7)
Son yıllarda, hemşirelerin profesyonel kimlikleri ile ilgili çok sayıda araştırma yapılmaktadır. Profesyonel kimlik hemşirelik uygulamalarında vazgeçilmez bir noktadır ve hemşireliğin meslekleşmesi için temel oluşturmaktadır. Profesyonel kimlik gelişimi okul eğitimi içerisinde önemli oranda tamamlanmakta ancak, çalışma yaşantısı içerisinde de devam etmektedir. Profesyonel kimlik gelişiminin yetersizliği, mesleki alanda söz sahibi olamama, mesleğin kabul gören standartlarını karşılama yetersizliği, hemşirelik rolünü başarılı bir şekilde yerine getirememe, öğrencilikten memuriyete geçişte sorunlar yaşama, mesleğin diğer üyeleri tarafından kabul görmeme ve meslekle bağlantı kurma yetersizliği gibi sorunlara yol açmaktadır. Bu nedenle, hemşire eğitimciler ve hemşire yöneticilerin, hemşirelerin profesyonel kimliğini geliştirmek için bu süreci etkin değerlendirmeleri gerektiği belirtilmektedir. Literatüre katkı sağlamak amacıyla bu makalede profesyonel kimlik, profesy
Amaç: Alkolün beyinde yol açtığı nörodejenerasyona koruyucu yanıt olarak ortaya çıkan bir takım değişikliklerin, bağımlılık patogenezin- de rol aldığı bilinmektedir. Kronik alkol alımının yol açtığı nörotoksik mekanizmalar tam olarak aydınlatılmış olmasa da, güncel çalışmalar- da uzamış alkol alımının, öğrenme ve hafıza gibi bilişsel işlevlerde rol alan protein ailesi olan nörotrofinlerin sentezini etkileyebileceği öne sürülmüştür. Bu nörotrofinlerden biri olan beyin kaynaklı nörotrofik faktör (BDNF) nöronal gelişimde, plastisitede ve öğrenmede önemli bir rol oynar. BDNFnin bağımlılık davranışının gelişimi ve sürdü- rülmesinde düzenleyici rolünün olduğuna dair yayınlar vardır. Bu çalışmada alkolik hastalarda yoksunluğun 1. günü ve 7. günündeki serum BDNF seviyelerindeki değişimin belirlenmesi ve sağlıklı kont- rollerle karşılaştırılması ve böylelikle BDNFnin alkol bağımlılığındaki rolünün gösterilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: DSM-IV-TRye göre alkol bağımlılığı tanısı konulmuş olan 31 erkek hasta detoksifikasyon tedavisine alındı, 29 sağlıklı erkek kontrol ile karşılaştırıldı. Alkol bağımlısı hastalar yoksunluk semp- tomlarının önlenmesi amacıyla diazepam ile tedavi edildi. Diazepam dozu alkol yoksunluk şiddeti takibine göre kademeli olarak azaltıldı (minimum:30 mg, maximum:40 mg 1.günde). Alkol yoksunluğu bulguları her 8 saatte bir CIWA-Ar ile değerlendirildi. Kan örnekleri alkol yoksunluğunun 1. gününde ve detoksifikasyonun 7. gününde alınarak santrifüj edildi ve -70C de saklandı. Serum BDNF seviyeleri ELISA yöntemi ile ölçüldü. Bulgular: Serum BDNF seviyeleri alkol bağımlıları grubunda, kont- rol grubuna göre anlamlı olarak daha düşük saptandı (sırasıyla 52.9±19.0 ng/ml, 65.3±15.9ng/ml, p:0.018). BDNF seviyelerinin yok- sunluğun 1. haftasında, bazal değerlere kıyasla anlamlı düzeyde düşmeye devam ettiği gözlendi. (52.9±19.0 ng/ml den 33.5±8.8 ng/ ml ye, p≤0.001). Yaş, son ayda günlük tüketilen alkol miktarı, ilk alkol kullanım yaşı, alkol kullanım süresi gibi özellikler ve aile öyküsü ile serum BDNF düzeyleri arasında herhangi bir ilişki saptanmadı. Sonuç: Bu çalışma kronik alkol kullanımının serum BDNF seviyelerin- de kontrollere kıyasla anlamlı bir düşüşe neden olduğunu ve yoksun- luğun erken dönemlerinde henüz kontrollerin seviyesine yükselme- nin olmadığını göstermekte olup BDNFnin alkol bağımlılığı gelişim sürecinde rol alan bir faktör olduğu bilgisine destek oluşturmaktadır. Alkol yoksunluğunu takiben oluşan serum BDNF düzey değişimleri ile ilişkili olarak altta yatan patofizyolojik mekanizmaların daha net olarak ortaya konması bakımından ileri araştırmalara ihtiyaç vardır. Gelecekte bu alanda yapılacak çalışmaların, alkol bağımlılarında yoksunluğun erken ve geç dönemlerini kapsayacak şekilde ve daha geniş örneklemde yapılması, periferik BDNF düzeyleri ile hastalığın ilişkisinin daha net ortaya konması açısından önemlidir.
-
Amaç: Şizofreni hastalarının birinci derece yakınlarındaki şizotipal özelliklerin sağlıklı kontrollerle karşılanması amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya DSM-IV-TRye göre şizofreni tanısı almış hastaların herhangi bir psikiyatrik hastalık öyküsü olmayan 96 birinci derece yakını ile kendinde ve ailesinde psikiyatrik hastalık öyküsü olmayan 98 sağlıklı birey alındı. Katılımcılardan dört ölçeği; Şizotipal Kişilik Ölçeği, Fiziksel Anhedoni Ölçeği, Algılamada Sapmalar Ölçeği ve Büyüsel Düşünce Ölçeğini doldurmaları istendi. Bulgular: Hasta yakını grubunda Fiziksel Anhedoni ve Büyüsel Düşünde Ölçek puanları anlamlı olarak yüksekti. Ayrıca bu grupta şizotipal kişilik ölçeğine ait referans fikirleri, sosyal anksiyete, sıra dışı algısal yaşantı, yakın arkadaş yokluğu, kısıtlı duygulanım puanları sağlıklı kontrollerden anlamlı olarak yüksek bulundu. Üç faktörlü değerlendirmede ise bilişsel algısal şizotipi ve kişiler arası şizotipi puanları sağlıklı kontrollerden yüksek bulundu ancak dezorganize şizotipi puanları gruplar arasında fark göstermedi. Pozitif ve negatif şizotipi puanları şizofreni hastalarının sağlıklı birinci derece akrabalarında sağlıklı kontrollerden anlamlı olarak yüksek saptandı. Sonuç: Çalışmamız, hasta yakınlarında saptanan yüksek fiziksel anhedoni, büyüsel düşünce ölçek puanları ile bilişsel algısal şizotipi ve kişilerarası şizotipi puanlarındaki yüksekliğin şizofreni için ailesel ve genetik özelliklerle ilişkili olduğunu düşündürmektedir. Dezorganize şizotipinin şizofrenide ailesel ve genetik bir özellik taşımadığı desteklenmiştir. (Nöropsikiyatri Arflivi 2012; 49: 266-271)

/ 36
37 / 36