95 sonuç

Tarama Sonuç Kümeleri
Tümünü Listeye Ekle
Parry-Romberg sendromu ya da progresif hemifasiyal atrofi; yüz bölgesinde kas, kemik ve cilt dokusunda genellikle tek taraflı olarak görülen, yavaş ve progresif atrofi ile karakterize bir klinik tablodur. Normal ve anormal dokular arasındaki belirgin çizgiye kılıç darbesine benzetilerek "coup de sabre" adı verilmiştir. Yüz deformitesinin ciddiyeti hastalığın ortaya çıktığı yaşa göre değişir. Bu hastalarda kozmetik tedavi başlıca seçenek olmasına karşılık yüz gelişimi tamamlanıncaya kadar ertelenmelidir. Bu olgu bildirisinde 10 aylıkken progresif hemifasiyal atrofi teşhisi koyulan 43 yaşındaki bir kadın hasta sunulmuştur. Sendromun erken yaşta başlamasına ve neredeyse yüzün sağ yarısının tamamını etkilemesine rağmen hastada gözlerle ilgili bir bulguya ya da dişlerle ilgili bir gelişim bozukluğuna rastlanmamıştır
Yüksek Doz Oral Fluoksetin Alımı Sonrası Gelişen Oküler Herpes Simpleks Virus AktivasyonuElli bir yaşında erkek hasta, kliniğimize yüksek göz içi basıncı nedeniyle refere edilmiş. Öncesinde hastaya tam antiglokomatöz tedavi ve lazer iridotomi uygulanmış. Hastanın sol gözünde fikse dilate düzensiz pupilla ve eşlik eden hafif kornea ödemi, parasantral stromal korneal bulanıklık, yama şeklinde iris atrofisi, keratik presipitatlar, ön kamarada eser miktarda hücre ve pigment kümeleri ve açık iridotomi izlendi. Medikal öyküsünde 7 yıl önce geçirilmiş herpetik atak öyküsü belirlendi ve major depresyon nedeniyle 2 yıldır fluoksetin kullanan hastanın göz yakınmalarının başlamasından 5 gün öncesinde ilacı yüksek dozda aldığı belirlendi. Oküler herpes simpleks virus aktivasyonunun yüksek doz fluoksetin alımından olabileceğinden şüphelenildi. Fluoksetin kesildi. Oral asiklovir, topikal steroid ve anti-glokomatöz tedavi başlandı. Bir hafta sonra, hastanın kontrol muayenesinde göz içi basıncının normale geldiği ve klinik bulguların yatışmış olduğu izlendi. Fluoksetin, selektif serotonin geri alım inhibitörü olup, bazı diğer antidepresan ilaçlar gibi, hücresel immüniteyi baskıladığı kanıtlanmıştır. Bu olguda olduğu gibi hastanın gizlice yüksek doz fluoksetin alımı sonrası gelişen herpes simpleks virus aktivasyonu tesadüf olmasından daha olasıdır. Fluoksetin kullanımıyla ilişkili oküler herpes aktivasyonu olgusu ilk kez rapor edilmektedir.
Objectives. To analyse 1.5-year data of our newly established eye bank and to evaluate the factors affectingdonor quality. Methods. Our bank's donor cornea data between July 2013 and November 2014 were retrospectively analysed. The effects of donor age, sex, and time from death to harvesting on the findings of specularmicroscopy were assessed. Results. A total of 139 corneas retrieved from 70 donors. The mean age of donorswas 34.2±14.6 years. The mean time from death to harvesting was 6.7±2.9 hours; the mean timefrom collection to transplantation was 5.2±2.8 days. Age had a significant negative correlation withmean endothelial cell count (ECC), a significant positive correlation between mean cell area (MCA) and standard deviation (SD). Time from death to harvesting had a significant negative correlation with cell count and6A; it had a significant positive correlation with SD, the coefficient of variation, and MCA. Conclusion. According to the results of the present study, ECC, MCA, and SD levels were greater in younger donors. Endothelial morphology was altered as the time from death to harvesting was prolonged; however, the alterationin cell morphology was not severe enough to alter transplantation success with the corneas being harvestedwithin the first 13 hours.
Objectives. To investigate the  characteristics of occupational chemical eye injuries. Methods. Medical records of patients, who were registered to hospital officially as occupational chemical eye injuries between January 2010 and December 2013, were reviewed. The age, gender, injured eye, chemical agent, nature of the chemical, ocular findings, emerging complications and the information whether the patients knew the chemical agent causing the injury was recorded. Results. One hundred one eyes of 82 patients (2 women, 80 men) were included in the study. The mean age of the patients was 32.9±8.6 years (range: 19-59 years). Injury was bilateral in 19 patients. Chemical agents were not known by 53% of the patients. The most known agents were caustic agents (23%). Sulfuric acid (9%) and calcium hydroxide (4%) were other known chemical agents. The most common injury was superficial punctate epitheliopathy. Ten eyes of 9 patients had corneal edema. This injury was caused by acidic agents in 5 and alkaline agents in 3 patients. Corneoscleral perforation accompanied by chemical injury in one patient with car battery explosion. Conclusions. Most of the workers, who had eye injuries with chemicals, do not know the nature of chemical agent which caused the injury. Ocular morbidities may be decreased with the education of the workers about chemicals, working environment and protective measures. 
Objectives. To evaluate the effects of microincision cataract surgery on dry eye-associated symptoms and signs. Methods. This prospective study included 40 eyes of 32 patients. Microincision cataract surgery was performed to eyes through 2.2 mm superior clear corneal incision. Dry eye-associated symptom scoring, corneal sensitivity test, Schirmer 1 test, tear break-up time (tBUT) were measured at 3 days before and 3 days, 10 days, 1 month, 3 months after surgery. ‘One way ANOVA for repeated measures’, and Pearson correlation tests were used for statistical analysis. Results. The postoperative symptom scores were significantly different from preoperative value at all consecutive examinations (p<0.01). The decrease in superior corneal sensitivity was significant at 3 and 10 days (p<0.001), and recovery to preoperative level had occured at 1 month. The decrease in tBUT was significant up to 1 month (p=0.007 for 3 days, p=0.008 for 10 days, and p=0.018 for 1 month). The difference in Schirmer 1 test between pre- and postoperative each visit was not significant (p=0.32, p=0.12, p=0.092 and p=0.088; respectively). Symptom score was highly correlated with operative time (r=0.72, p<0.01), and there was an inverse correlation between operative time and postoperative mean tBUT values (r=-0.52, p<0.01). Conclusions. Despite microincision cataract surgery, an aggravation of dry-eye associated symptoms, and temporary dry eye-associated signs might develop. Operative time and exposure to operating microscope light seem to an important factor on symptoms and tear film stability.
Amaç: Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi Göz Hastalıkları Kliniğinde muayenesi yapılan prematüre bebeklerde prematüre retinopatisi (PR) risk faktörlerini ve insidansını araştırmak.Gereç ve Yöntemler: Nisan 2007-Ağustos 2011 tarihleri arasında kliniğimizde muayenesi yapılan prematüre bebeklere ait veriler retrospektif olarak incelendi. Olası risk faktörleri ve göz muayeneleri kaydedildi ve ki-kare, tek değişkenli ve çok değişkenli regresyon analizleri ile değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya alınan 1043 bebeğin 321'inde (% 30,8) PR saptandı. Retinopatili bebeklerin 290'ınde (% 90,3) hafif PR, 31'inde (% 9,6) ağır PR mevcuttu. Evre 3 PR tespit edilen 28 hastadan 8'i tedavisiz düzeldi, 16'sı argon lazer ile düzeldi, 4'ü tedaviye rağmen, evre 4'e ilerledi. PR nedeniyle tedavi edilen hastaların ortalama doğum ağırlıkları 1249.8 g (± 334,2) ve ortalama gestasyon yaşları 29,1 (±3,1) hafta idi. Bu bebeklerden 6'sının doğum yaşı >= 32 hafta idi ve 8'inin doğum ağırlığı >=1500 g idi. Risk faktörleri arasında yapılan logistik regresyon analizinde gestayon yaşı, doğum ağırlığı ve oksijen tedavisinin PR'nde bağımsız faktörler olarak rol oynadığı saptandı.Sonuç: Çalışmamızda, düşük doğum ağırlığı, düşük gestasyon yaşı ve oksijen tedavisi bağımsız risk faktörleri olarak saptandı. Çalışmamızda PR sıklığı, gelişmiş ülkelerdekinden daha yüksek bulundu ve daha matür bebeklerin etkilendiği görüldü. Prematüre retinopatisinde kalıcı hasarların önlenmesinde topluma uygun tarama kriteleri oluşturularak etkin tarama yapılması, prematüre doğumların önlenmesi ve oksijen tedavisinin monitorizasyonu için rehberler oluşturulması önemlidir.
The aim of this paper is to document the presence of the avian trematode Collyriclum faba in Egypt. During bird migration, parasitological research was carried out along the East European bird migration flyway (Jordan, Palestine, Egypt) in 2012 2014. A total of 1783 birds belonging to 87 species, mainly passerines, were macroscopically examined for the presence of parasites. An adult male individual of the willow warbler, Phylloscopus trochilus, examined in Aswan, southern Egypt, presented 5 subcutaneous cysts containing parasites identified as C. faba located on its thighs, above the eye, and on the body under the wing. The parasites were probably transported by the migrating bird over the Balkan Peninsula or Turkey. Collyriclum faba had never been recorded from Africa before.
Dentijeröz kistler, çenelerin en yaygın gelişimsel odontojenik kistleridir. Sıklıkla erkeklerde görülür ve en çok maksillar kanin, mandibular üçüncü molar dişleri etkilerler. Süpernumere ve ektopik olarak sürmüş dişlerle ilişkili olabilirler. Bu makalede; maksiller sinüste ektopik üçüncü molar dişle ilişkili dentijeröz kistin tedavisini sunmayı amaçladık. 16 yaşında kadın hasta, yaklaşık altı aydır olan, sağ yanağının üzerinde ağrılı şişlik şikâyeti ile kliniğimize başvurdu. Tüm daimi dişler sağ üst üçüncü molar dışında mevcuttu. Ekstraoral muayenede yüzde asimetri, göz kürelerinin seviyelerinin eşit olmadığı görüldü. Radyografik muayenede, sol maksiller sinüste ektopik üçüncü molar dişle ilişkili kistik lezyon saptandı. Lokal anestezi altında marsüpyalizasyon yapıldı. Altı aylık takipten sonra genel anestezi ile cerrahi operasyonu yapıldı. Hastanın şikâyetlerinin operasyondan sonra tamamen geçtiği görüldü ve 3 yıllık takipte herhangi bir problemle karşılaşılmadı.Dentijeröz kistin istenmeyen etkilerinden kaçınabilmek için, sürmemiş dişlerin radyolojik incelemeleri dikkatle yapılmalıdır. Tedavi edilmeyen dentigeröz kistler büyük boyutlara ulaşabilir. Ayrıca odontojenik tümör oluşturma potansiyeline sahiptirler
Diabetes mellitus hem sistemik kronik metabolik bir hastalık olarak hem de mikroanjiopatik karakteriyle göz yapısındaki birçok dokuda patolojilere yol açabilmektedir. Korneal yüzey ve gözyaşı sistemini bozmakta, lenste refraktif değişiklikler ya da katarakt gelişimine yol açmakta, retinada diyabetik makulopati ve retinopatiye neden olarak ağır görme kaybına neden olabilmektedir. Diyabetik hastaların uygun aralıklarla oftalmolog tarafından takip edilmesi, diyagnostik ve terapödik uygulamaların profilaktik olarak yapılabilmesi ile görme kaybınının engellenmesi olasıdır
Objective. To evaluate the differential diagnosis and therapy of patients who had ophthalmomyiasis externa, which is a self-limiting parasitic disease and is formed as a result of infestation of ocular surface with myiasis flies. Method. A retrospective study. Result. In our series we evaluated 12 patients attending intense eyelid edema and mimicking an acute catarrhal conjunctivitis, with symptoms of burning, stinging, itching, and increase in lacrymation as well as the sense of foreign body moving in the eye. After further biomicroscopic examination 1 - 2 mm size of mobile, black headed transparent larvae were seen. After mechanical removal of larvae from the eye, topical antibiotic and mild steroid drops were sufficient for improvement. Conclusion. We hereby want to emphasize the importance of careful examination and detailed anamnesis even in conjuncitivitis cases.
Amaç: Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi Göz Hastalıkları Kliniğinde muayenesi yapılan prematüre bebeklerde prematüre retinopatisi (PR) risk faktörlerini ve insidansını araştırmak. Gereç ve Yöntemler: Nisan 2007-Ağustos 2011 tarihleri arasında kliniğimizde muayenesi yapılan prematüre bebeklere ait veriler retrospektif olarak incelendi. Olası risk faktörleri ve göz muayeneleri kaydedildi ve ki-kare, tek de- ğişkenli ve çok değişkenli regresyon analizleri ile değerlendirildi.Bulgular: Çalışmaya alınan 1043 bebeğin 321inde (% 30,8) PR saptandı. Retinopatili bebeklerin 290ında (% 90,3) hafif PR, 31inde (% 9,6) ağır PR mevcuttu. Evre 3 PR tespit edilen 28 hastadan 8i tedavisiz düzeldi, 16sı argon lazer ile düzeldi, 4ü tedaviye rağmen evre 4e ilerledi. PR nedeniyle tedavi edilen hastaların ortalama doğum ağırlıkları 1249,8 g (± 334,2) ve ortalama gestasyon yaşları 29,1 (±3,1) hafta idi. Bu bebeklerden 6sının doğum yaşı ≥32 hafta idi ve 8inin doğum ağırlığı ≥1500 g idi. Risk faktörleri arasında yapılan logistik regresyon analizinde gestayon yaşı, doğum ağırlığı ve oksijen tedavisinin PRnde bağımsız faktörler olarak rol oynadığı saptandı. Sonuç: Çalışmamızda, düşük doğum ağırlığı, düşük gestasyon yaşı ve oksijen tedavisi bağımsız risk faktörleri olarak saptandı. Çalışmamızda PR sıklığı, gelişmiş ülkelerdekinden daha yüksek bulundu ve daha matür bebeklerin etkilendiği görüldü. Prematüre retinopatisinde kalıcı hasarların önlenmesinde topluma uygun tarama kriteleri oluşturularak etkin tarama yapılması, prematüre doğumların önlenmesi ve oksijen tedavisinin monitorizasyonu için rehberler oluşturulması önemlidir.
Kalite yönetimi uygulamalarının yaygınlaştırılarak kamu örgütlerinde hizmet kalitesinin arttırılmasına yönelikyapılan bu araştırmanın amacı, çağdaş yönetim teorilerinden olan toplam kalite yönetiminin, kamu yönetimindeuygulama ve kurumsal özdeğerlendirme modellerinden olan Avrupa Birliği Ortak Değerlendirme Çerçevesinin, çalışanalgılarına göre kamu örgütü üzerinde oluşturduğu etkiyi, kurumsal özdeğerlendirme yaparak ortaya koymaktır. Araştırmagrubunu, Ortak Değerlendirme Çerçevesinin (ODÇ) uygulandığı Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı merkezteşkilatında (ÇSGB) anketi yanıtlayan 379 çalışan ile ODÇnin uygulanmadığı Gençlik ve Spor Bakanlığı Spor GenelMüdürlüğü merkez teşkilatında (SGM) anketi yanıtlayan 247 çalışan oluşturmaktadır.Bu araştırma, tarama modelininkullanıldığı betimsel (tasviri-niceliksel) bir çalışmadan oluşmuştur. Araştırmada veri toplama aracı olarak tarafımızcageliştirilen Likert tipi bir ölçek olan Ortak Değerlendirme Çerçevesi Kurumsal Kalite Ölçeği (ODÇ-KKÖ) kullanılmıştır.Ölçeğin kapsam geçerliliği için 11 kişiden oluşan uzman görüşünden ve pilot uygulamadan yararlanılmış, yapıgeçerliliğine yönelik olarak ise açımlayıcı faktör analizi yapılmıştır. Ölçeğin güvenirliğinin belirlenmesine yönelik olarakda Cronbach alfa katsayısı hesaplanmıştır.Özdeğer grafiğine göre ölçek, tek faktörlü bütüncül bir yapıya sahiptir. Açıklanan varyans % 69.53 çıkmış, buda ölçeğin, kurumsal kalite adı verilen tek faktörlü değişkenini yaklaşık %70 gibi bir oranla ortaya koyduğunugöstermiştir. Bir maddenin faktöre ait olup olmadığını gösteren faktör yük değerlerinin, yaklaşık .80 ile yaklaşık .90arasında olması, maddelerin kurumsal kalite faktörüyle yüksek ilişkide olduğunu ortaya koymuştur. Madde-toplamkorelasyonları yaklaşık .70 ile .90 arasındadır ve maddelere ait Cronbach alfa değeri .98 dir. Kurum değişkeni açısındançalışanların kurumsal kalite algılamalarında ODÇnin uygulanıp uygulanmamasına göre ÇSGB ortalamasının ( =71.37)SGM ortalamasından ( =57.16) yüksek olduğu görülmüş, bu farkın anlamlılığına ilişkin t testi sonuçları da ÇSGBortalamasının SGM ortalamasından anlamlı şekilde yüksek olduğunu ortaya koymuştur. Bu bulgu da bize ODÇninuygulandığı kamu kuruluşunun kurumsal kalitesinin en azından çalışanların gözünde pozitif yönde etkilendiğinigöstermiştir. Sonuç olarak, Avrupa Birliği Ortak Değerlendirme Çerçevesinin uygulandığı kamu örgütüne etkisini ortayakoymak için, önce Ortak Değerlendirme Çerçevesi ölçütleri temelinde bir ölçek geliştirilmiş, sonra kurumsal kaliteyi ölçenbu ölçek ile iki bakanlık merkez teşkilatına kurumsal özdeğerlendirme yapılarak Ortak Değerlendirme Çerçevesininuygulandığı kamu örgütü üzerindeki olumlu etki ortaya konulmuştur.
Amaç: Sarkoidoz nedeni bilinmeyen sistemik granü- lomatöz bir hastalıktır. akciğerler en yaygın etkilenen organ olmasına rağmen, hastalık vücudun herhangi bir bölümünü tutabilir. Doğru tanı için klinik, radyo- lojik multimodal yaklaşım ve histopatolojik değerlen- dirilme önerilir. Çeşitli klinik seyir nedeni ile, standart tanı algoritması yoktur. Sarkoidoz kendiliğinden dü- zelebilir veya aynı kalabilir veya ilerleyebilir. Tedavisi standart değildir ve prognozu kolayca tahmin edile- mez. Bu çalışmada 7 yıl suresi içinde tanı koyduğumuz sar- koidozlu hastaların, klinik ve radyolojik özellikleri, tanı yöntemleri, laboratuar bulguları, organ tutulum- ları ve diğer karekteristik özellikleri konusunda ki bul- gularımızı aktardık. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada merkezimizde 2002- 2009 yılları arasında sarkoidoz tanısı konulan 58si (% 82.9) kadın ve 12ü (% 17.1) erkek toplam 70 hasta retrospektif olarak incelendi. Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 43.94 (15-68) idi. Tanı Şekli: Klinik-radyolojik: 6, mediastinoskopi: 30, transbronşiyal biyopsi: 16, bronş mukoza biyopsisi: 6, cilt biyopsisi: 8, periferik LAP biyopsisi: 2, dalak biyop- sisi (splenektomi): 1, torakotomi: 1 idi. Evre, akciğer grafi, bilgisayarlı tomografi, fiberoptik bronkoskopi ve HRCT bulguları, sedimantasyon, WBC, hemoglobin, CRP, ACE, kan kalsiyum ve 24 saatlik idrarda kalsiyum, EKG ve Holter bulgular, göz tutulumu, deri ve diğer akciğer dışı organ tutulumu ve solunum fonksiyon tes- ti bulguları, DLCO, PPD ve patoloji sonuçları açısından değerlendirildi.
Zigomikoz, hızlı ilerleyen ve sıklıkla ölümcül seyreden, Mucorales takımında bulunan Mucor, Rhizopus, Rhizomucor ve Absidia cinsi küf mantarlarının neden olduğu invazif bir fungal enfeksiyondur. Kontrolsüz diyabet, hematolojik maligniteler, uzun süreli kortikosteroid kullanımı veya immünosüpresif tedavi, mukormikoz için predispozan faktörlerdir. Bu çalışmada, Türkiye’den yerli ve yabancı dergilerde son 17 yılda yayınlanmış zigomikoz olgularının yaş, cinsiyet, altta yatan hastalıklar, klinik bulgular, tanı yöntemleri, tedavi şekilleri ve mortalite açısından havuz analizi yöntemi ile incelenmesi amaçlanmıştır. Çalışmamızda iki ulusal (http://uvt.ulakbim.gov.tr, http://www.turkmedline.net) ve iki uluslararası (www.ncbi.nlm. nih.gov, http://apps.webofknowledge. com) veri tabanı kullanılmıştır. Yapılan taramada, 1995-2012 yılları arasında yayınlanmış, çalışma kriterlerine uygun ve tam metnine ulaşılan 64 makale (34’ü uluslararası, 30’u ulusal veri tabanlarında) analize dahil edilmiştir. Bu çalışmalardaki, Avrupa Kanser Araştırma ve Tedavi Derneği (EORTC)’nin kriterlerine göre kesin invazif fungal enfeksiyon tanısı olan toplam 151 (71’i kadın ve 80’i erkek, yaş ortalaması 45.4 ± 21.4 yıl) zigomikoz olgusu değerlendirilmiştir. Hastaların 91 (%60)’i rinoserebral, 42 (%27.8)’si sinoorbital, 7 (%4.6)’si akciğer, 6 (%3.9)’sı disemine, 3 (%1.9)’ü deri, 2 (%1.3)’si gastrointestinal sistem zigomikozu tanısını almıştır. En sık görülen semptom ve bulgular; gözde ve yüzde şişlik (n= 95, %63), ateş (n= 72; %48), nazal obstrüksiyon (n= 60; %40), baş ağrısı (n= 58; %38) ve oftalmopleji (n= 48; %32) olarak izlenmiştir. En sık saptanan risk faktörlerinin, diyabet (%49) ve hematolojik malignite (%39.7) varlığı olduğu belirlenmiştir. Mikolojik kültür 82 olguda yapılmış ve 51 olgunun klinik örneklerinin kültüründe üreme saptanmıştır. Kültürde üreyen etkenlerin dağılımı; Mucor spp. (n= 19, %37.2), Rhizopus spp. (n= 13, %25.5), Zygomycetes (n= 9, %17.6), Rhizopus oryzae (n= 4, %7.8), Rhizopus spp. + maya (n= 3, %5.9), Rhizomucor spp. (n= 2, %3.9) ve Rhizosporium spp. (n= 1, %1.9) şeklindedir. Tanı için, 133 olguda patolojik inceleme ve 126 olguda radyolojik görüntüleme kullanılmıştır. Olguların 115’ine cerrahi girişim ile birlikte antifungal tedavi verilmiş; 30 olgu sadece antifungal tedavi, dört olgu sadece cerrahi tedavi almıştır. Antifungal tedavi olarak; 77 olguya klasik amfoterisin B (AMP-B), 60 olguya lipozomal AMP-B, altı olguya lipozomal AMP-B + posakonazol kombinasyonu ve iki olguya da lipid kompleks AMP-B başlanmıştır. Değerlendirilen olgularda mortalite oranı %54.3 (82/151) olarak tespit edilmiştir. Bu analiz sonucunda elde edilen veriler, mukormikozun tanı ve tedavisinde, ilerlemelere rağmen mortalitenin hala oldukça yüksek olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla riskli hasta gruplarında, erken tanı için mukormikozun akılda tutulması ve tedavide cerrahi girişimle birlikte uygun antifungal tedavinin en kısa zamanda başlanması gereklidir.
Amaç: Açık kalp cerrahisinde morbidite ve mortalitenin postoperatif kardiyak pompa yetersizliği ile ilgili olduğu düşünülmektedir. KABG cerrahisinde postoperatif kardiyak pompa yetersizliğinin nedeni iskemik kardiyak arrest ve reperfüzyon sırasında oluşan miyokardiyal hasardır. Bu çalışmanın amacı; KABG uygulanacak hastalarda uygulanan desflurane anestezisinin miyokardiyal korumaya olan etkisini, sevofluran ile karşılaştırmaktır. Yöntemler: Çalışma elektif KABG planlanan ASA II-IV 18-69 yaş arası 40 hasta üzerinde yapıldı. Hastalar rastgele 20şer kişilik 2 gruba ayrıldı. Operasyon masasına alınan hastalarda SKB, DKB, OAB, KAH, SpO2, CVP monitorizasyonu yapıldı. İntravenöz 0,3 mg/kg etomidat, O,1 mg/kg panküronyum ve 1 μ/kg remifentanil uygulandı. Grup Ddeki hastalara % 1-4 desflurane, Grup Sdeki hastalara % 2-4 sevoflurane verildi. Her 2 gruptaki hastalara 0,1-0,4 μ/kg/dk.dan remifentanil infüzyonu başlandı. Cerrahinin sona ermesiyle yoğun bakım ünitesine alınan hastalar SIMV modunda mekanik ventilatöre bağlandı. Bulgular: Olguların demografik verileri benzerdi. Troponin I, CK ve CKMB düzeyleri her iki grupta da preoperatif değere göre postoperatif 6. ve 24. saatlerde artış gösterdi. Ancak, sevofluran grubunda operasyon sonrası 24. saatteki artış desfluran grubuna göre daha az bulundu. Sonuç: KABG cerrahisinde kullanılan desfluran ve sevofluranın yeterli anestezi düzeyi ve hemodinamik stabilite sağladığı, peroperatif miyokardiyal hasarı azalttığı sonucuna varıldı. Miyokardiyal hasarlanma işaretleyicileri olan troponin I, CK, CKMB düzeylerinin sevofluran grubunda daha düşük olması sevofluranın miyokardiyal korumayı desflurana göre daha iyi sağladığını düşündürmektedir.

/ 5
6 / 5