121 sonuç

Tarama Sonuç Kümeleri
Tümünü Listeye Ekle
Aim: T-cell lymphomas are a subtype of Non-Hodgkin lymphoma with a poor prognosis and treatment options are limited. Pralatrexate, an antimetabolite drug, has been approved for the treatment of relapsed and refractory T-cell lymphoma. Materials and Methods: Our study retrospectively evaluated relapsed and refractory T-cell lymphoma patients who received pralatrexate in terms of efficacy and safety of the drug. Results: A total of 13 patients were recruited. The median age at diagnosis was 63 years. The most common histologic types were mycosis fungoides with large cell transformation (31%) and angioimmunoblastic T-cell lymphoma (31%). The median number of prior systemic therapies before pralatrexate was 2 (range 1-6). The most common side effect was mucositis (54%). The overall response rate was 38% (15% complete remission and 23% partial remission). The median OS was 32±6.5 months and PFS was 6.78±1.6 months. Conclusion: Our study provided real-world data on the efficacy and safety of pralatrexate and supports current literature. This drug has acceptable toxicity and significant effectiveness on peripheral T-cell lymphomas.
This study was conducted to evaluate the feed utilization and protein effect ratios of combined and single diet administration of potassium di formate (KDF) in juvenile rainbow trout (Oncorhynchus mykiss). 600.000 trout fry were stocked as 50.000 in each cage and were fed 3 meals a day in the range of 25-80 grams and two meals a day up to 80-250 grams (until harvest time) and fed with commercial feeds until satiation. 3 kg/ton (T1), 5kg/ton (T2) and 7 kg/ton (T3) KDF were added to the diets and given to fish for 11 months. In the study, when the specific growth rates (SGR) of fish were compared, the results obtained in the T1, T2 and T3 groups were generally higher than in the control group. While no significant difference was found between T1 and T2 groups (p>0.05), there is a significant difference between T3, the other experimental groups and the control (p<0.05). In the study, a significant difference was found between the feed conversion rate (FCR of all groups, (p<0.05)). When the protein efficiency ratio (PER) was compared to the control group and the other groups, a significant difference was detected, while the same situation was found among the KDF supplemented groups (p<0.05). While the survival rate (SR) was significantly different between the control and experimental groups (p<0.05), there was no statistical difference between the experimental groups (p>0.05). The results of the study showed that the application of 7 kg/ton KDF can be considered a useful feed additive and a growth promoter for rainbow trout juveniles.
Günümüzde inşaat sanayisindeki gelişmeler, artan nüfus ve bunlara bağlı olarak büyüyen yapılarla birlikte havalandırma ihtiyaçları da artış göstermektedir. Doğal havalandırmanın yer yer yetersiz kaldığı bu yapılarda mekanik sistemlere olan ihtiyaç ve talep hızla artmak- tadır. Binaların büyüklüğü, yüksek yalıtım sınıfları ve hava sızdırmazlık özellikleri nedeniyle taze hava ihtiyaçları artmakta ve bu durum egzoz gereksinimine de neden olmaktadır. Bu ihtiyaçlara bağlı olarak elektrik tüketim miktarlarında ciddi artışlar gözlenmektedir. Hava- landırma ihtiyacını sağlayabilmek ve aynı zamanda iç hava kalitesini arttırmak için ısı geri kazanım cihazlarının havalandırma sistemlerinde kullanımı yaygınlaşmaktadır. Isı geri ka - zanım cihazları, havalandırma ihtiyacı olan mekanlarda enerji tasarrufu sağlamak amacıyla kullanılmaktadır. Isı geri kazanım cihazları ile iklimlendirme sistemlerinde iç hava ile dı- şarıdan alınan taze hava arasında ısı transferi gerçekleştirilerek iç mekana verilecek olan havanın ön şartlandırılması sağlanmaktadır. Bu sayede ısı geri kazanımı ile kışın hacimlerin ısıtma, yazın da soğutma yükleri azaltılarak iklimlendirme sistemlerinin elektrik tüketimleri azaltılabilmektedir. Egzoz havası ile taze hava arasındaki ısı transferi yani ısı geri kazanımı, plakalı ısı değiştiriciler, ısı tekerleği, ısı borusu gibi farklı uygulamalarla yapılabilmektedir. En yaygın kullanım şekli plakalı ısı değiştiricilerdir. Bu tip ısı değiştiriciler çapraz akışlı veya karşıt akışlı olabilmektedir. Kullanılan plaka malzemeleri de verimi etkilemektedir. Bir diğer kullanılan ısı değiştirici ise döner tip ısı değiştiricidir. Bu çalışma kapsamında, ısı değiştirici tiplerinin detaylı anlatımına ve ısı geri kazanımlı ha- valandırma cihazlarında kullanılan farklı tipte ısı değiştiriciler ile yapılan karşılaştırmalı test sonuçlarına incelenmiştir.
Amaç: Çalışmanın öncelikli amacı, merkezimizde takip edilen HIV/AIDS olgularında tedavi ve izlem stratejilerini gözden geçirmek ve virolojik başarı oranlarının yıllar içindeki seyrini gözlemlemektir. Ayrıca, olguların epidemiyolojik özellik- lerini, klinik ve laboratuvar bulgularını ve sağkalım sürelerini etkileyen faktörler de çalışma kapsamında irdelenmiştir. Yöntemler: 1996-2015 yılları arasında başvuran HIV ile infekte olgular geriye dönük olarak değerlendirildi. HIV tanısı serolojik olarak doğrulanmış, verilerine ulaşılabilen, 18 yaş ve üzeri olgular çalışmaya alındı. Veriler onar yıllık (1996- 2005 ve 2006-2015) iki dilim kapsamında değerlendirildi. Bulgular: Olguların %80’i erkekti; ortanca (minimum-maksimum) yaş 36.43 (17-77) idi. İlk on yıllık dilimde baş- vuruların çoğunlukla evre-3, ikinci on yıllık dilimde ise evre-1 veya evre-2’de olduğu görüldü (p=0.00). İlk on yılda, başlangıçtaki CD4+ T lenfositlerinin ortanca (minimum-maksimum) değeri 160 (3-650) hücre/mm3; ikinci dönem- de ise 355 (0-1800) hücre/mm3 bulundu (p=0.00). Olguların %94.2’sine tedavi başlanmış olup %70.1’inde 6. ayda ve %78.1’inde toplam takip süresinde HIV RNA saptanabilir düzeyin altına inmişti; HIV RNA ölçümünün negatifleşme- si açısından iki zaman dilimi arasındaki fark anlamlı düzeydeydi (p=0.004). Olguların %12.9’unda AIDS tanımlayan hastalık gelişmişti. İlk ve ikinci dönemde AIDS tanımlayan hastalığı olanların oranı %52.6 ve %11’di (p=0.01). Yan etki oranı %60.8’di; en sık görülen %60.2 oranıyla hiperlipidemiydi. Olguların %6.5’inin öldüğü tespit edilmiş olup en sık karşılaşılan ölüm nedenleri lenfoma (%14.3) ve tüberküloz (%10.9)’du. Çalışma süresi boyunca takip edilen 411 olgu- nun tahmini sağkalım ortalaması 272 aydı [%95 güven aralığı (GA)=225-320]. HIV RNA’nın negatifleşmemesi, AIDS tanımlayan bir hastalığın bulunması ve başlangıçtaki CD4+ T lenfosit sayısının <200 hücre/mm3 olmasının sağkalım süresini olumsuz etkilediği ve kısalttığı tespit edildi. Sonuç: Çalışmamızın kohortunda, HIV infeksiyonunun tedavi ve izleminde zaman içinde olumlu gelişmeler olmuş ve ikinci on yıllık zaman diliminde kaskadın ikinci ve üçüncü basamaklarında Birleşmiş Milletler HIV/AIDS Prog- ramı (Joint United Nations Programme on HIV/AIDS – UNAIDS)’nın 90-90-90 hedeflerinin üzerine çıkılmıştır. Bu sonucun elde edilmesinde, antiretroviral tedavideki gelişme ve yeniliklerin yanı sıra, uzun yıllardır HIV izlemi yapan Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı sağlık hizmeti ekibinin tüm elemanlarının katkısı yadsınamaz.
In this study, a detailed chromosome analysis of the endemic Cappadocian Chub, Squalius cappadocicus in Melendiz Stream (Aksaray) was performed. The standard Giemsa staining, C-banding (CBG and CB-DAPI), and Ag-NOR technique were applied. The diploid chromosome number was 50; its karyotype formula was 14M + 16Sm + 10St + 10A. Heteromorphic sex chromosomes weren’t detected in the karyotype of the studied specimens. The number of all chromosomal arms (NF) was 90. In the standard C-banded and CB-DAPI karyotype of the species, dark C-bands were observed in the centromeric region of some bi-armed and acrocentric chromosomes, while slightly centromeric or pericentromeric C-bands were detected in some chromosomes. Three different active Ag-NORs, which were hemizygous, were detected in all samples examined. Two of these active NORs were detected in the bi-armed and the other in the acrocentric chromosome short arm. The Ag-NOR number of this species was evaluated as a feature that distinguishes it from other Squalius species in Türkiye.
Amaç: Tip 1 diabetes mellitus (T1DM) tanılı çocuklar diyabet öz bakımında gözetime ihtiyaç duymaktadırlar ve günün önemli bir kısmını geçirdikleri okuldaki koşullar hastalık yönetimini etkilemektedir. Bu çalışmanın amacı, T1DM tanılı ana sınıfı ve ilkokul çağındaki çocukların okulda hastalık yönetimi ile ilgili karşılaştıkları sorunları ortaya koymaktır. Gereç ve Yöntem: Bu kesitsel çalışmaya T1DM tanılı 5-10 yaş aralığındaki 50 hasta dahil edildi. Literatür doğrultusunda araştırmacı tarafından geliştirilen okulda diyabet yönetimiyle ilgili anket, Google anket formu aracılığıyla hasta ve/veya ebeveynleri tarafından dolduruldu. Elde edilen veriler tanımlayıcı istatistiksel yöntemlerle analiz edildi. Bulgular: Hastaların ortalama diyabet süreleri 5,39±2,56 yıldı. Olguların %94’ü devlet okuluna gidiyordu. Okulların %78’inde sağlık bakım odası, %92’sinde hemşire/sağlık personeli yoktu. Olguların %86’sı okulda ana öğün alıyordu, ancak bunların büyük çoğunluğu öğününü evden getiriyor veya eve gidip yiyordu. Beslenme ile ilgili en sık sorun okulda diyete uygun olmayan gıdaların tüketilmesiydi. Çocukların %6’sında okulda kan şekeri ölçümü yapılmıyordu. Okulda hipoglisemi yaşamış olanların sıklığı %40 olup en sık müdahale eden kişi öğretmendi (%55). Okulda insülin uygulanan çocukların %77,5’inde uygulamayı anne veya baba yapıyordu. İnsülin uygulamada yaşanan en sık sorunlar okulda uygulayabilecek kişinin ve uygun ortamın olmaması idi. Beden eğitimine katılım %98’di. Çocuklar öğretmen ve okul yönetiminden yüksek oranda olumlu yaklaşım görürken, %18 çocuk, arkadaşlarının olumsuz yaklaşımına maruz kalmaktaydı. Sonuç: T1DM tanılı çocuklar okulda beslenme, kan şekeri ölçümü ve insülin uygulama konularında zorluklar yaşamaktadırlar. Okullarda sağlık bakım odası ve/veya sağlık personeli çoğunlukla bulunmamaktadır. Okulda insülin uygulama konusunda deneyimli kişi olmaması nedeniyle bunu genellikle ebeveynler yapmaktadır.
Objective: Electrosurgery is used in almost all surgeries. The entire surgical team working in these operating rooms is exposed to surgical smoke. In the literature, there is no study examining the di- rect effect of surgical smoke on operating room staff and involving the entire surgical team in sampling. This study aimed to examine the op- erating room air quality due to surgical smoke.Material and Methods: This descriptive study was conducted in August 2018 in the operating room of the department of general surgery of a university hospital. Air samples were taken from different parts of the operating room during surgery, and levels of volatile organic compounds in the breathing zone of the surgical team were measured. Results: Volatile organic com- pounds were not detected in the air samples taken during the surgery. The measured levels were well below the limits that could affect human health. Levels of some volatile organic compounds in the breathing zone of the surgical team were above the limit. Benzene levels in the breathing zone of the surgical resident, scrub nurse, circulating nurse and support staff were above the normal limit, and the chloroform level of the support staff was above the normal limit.Conclusion: Levels of some volatile organic compounds in the surgical smoke from the breathing zone of operating room health care professionals were above the normal limit. It is recommended to establish a protocol for protec- tion from surgical smoke in operating rooms and to take the necessary measures.
Background: This study aimed to assess the safety and tolerability of nebivolol in hypertensive patients with coronary artery disease and left ventricular ejection fraction ≥ 40% in a Turkish cohort. Methods: A total of 1015 hypertensive patients and coronary artery disease with left ventricular ejection fraction ≥ 40% were analyzed from 29 different centers in Turkey. Primary outcomes were the mean change in blood pressure and heart rate. Secondary outcomes were to assess the rate of reaching targeted blood pressure (<130/80 mmHg) and heart rate (<60 bpm) and the changes in the clinical symptoms (angina and dyspnea). Adverse clinical events and clinical outcomes including cardiovascular mortality, cardiovascular hospital admissions, or acute cardiac event were recorded. Results: The mean age of the study population was 60.3 ± 11.5 years (male: 54.2%). During a mean follow-up of 6 months, the mean change in blood pressure was −11.2 ± 23.5/−5.1 ± 13.5 mmHg, and the resting heart rate was −12.1 ± 3.5 bpm. Target blood pressure and heart rate were achieved in 76.5% and 37.7% of patients. Angina and functional classifications were improved by at least 1 or more categories in 31% and 23.2% of patients. No serious adverse events related to nebivolol were reported. The most common cardiovascular side effect was symptomatic hypotension (4.2%). The discontinuation rate was 1.7%. Cardiovascular hospital admission rate was 5% and hospitalization due to heart failure was 1.9% during 6 months’ follow-up. Cardiovascular mortality rate was 0.1%. Conclusion: Nebivolol was well tolerated and safe for achieving blood pressure and heart rate control in hypertensive patients with coronary artery disease and heart failure with preserved or mildly reduced ejection fraction.
Adenoid cystic carcinoma of the lung (ACCL) is a very rare tumor with a slow course. Primary treatment is surgery. However, recurrences are common. Although chemo therapy is an option in cases not suitable for surgery, response rates are quite low. Identifying the tumor-specific biology and individualized treatment play an important role in these patients. We detected epidermal growth factor receptor (EGFR) positivity and c-KIT positivity by molecular profiling performed in two of our patients diagnosed with ACCL. We evaluated the efficacy of erlotinib and imatinib treatments aimed at these targets. In our case with EGFR positivity due to ACCL and using erlotinib, a 16-month progression-free survival (PES) was found. In our erlotinib used/given case with EGFR positivity due to ACCL, a 16-month PFS was found. In our patient who used imatinib for c-KIT, PFS was observed to be 9 months. Longer survivals were achieved with both treatments compared to chemotherapies. Low survival rates have been found with chemotherapies in locally advanced and metastatic ACCL patients. Molecular profiling plays a very important role in this disease group for patients.
Giriş: İnfluenza virüsü özellikle kış aylarında çocuklarda sık görülen, bazen hastane ve yoğun bakım yatışlarına hatta ölüme sebebiyet verebilen bir virüstür. Pediatristlerin influenza tanısı, tedavisi ve bağışıklaması ile ilgili bilgi düzeylerini ve yaklaşımlarını araştıran son derece kısıtlı yayın bulunmaktadır. Bu nedenle bu çalışmada pediatri asistanlarının influenza virüsünü tanıma, tedavi kararını verme, profilaksi yaklaşımı ve bağışıklaması hakkındaki tutum ve davranışlarının saptanması planlandı. Gereç ve Yöntemler: Bu tanımlayıcı kesitsel araştırma; 31 Temmuz- 1 Aralık 2019 tarihleri arasında; Ege Bölgesi’nde altı merkezde çalışan pediatri asistanlarına internet üzerinden (Google formları) anket yapılarak gerçekleştirildi. Katılımcılara demografik özellikleri, influenza semptomlarını tanıması, tedavisi, profilaksi ve bağışıklaması ile ilgili 27 soru soruldu.Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 6 merkezde çalışan 349 pediatri asistanının 204’ü (%58.5) anket sorularına yanıt verdi. Katılımcıların %72.5’i kadındı, yaş ortalamaları 27.9 ± 2.1’di; %59.3’ü iki yıldan daha kısa süredir asistanlık yapıyordu. İnfluenza tanısını düşündüren semptomlar sorgulandığında katılımcıların %94.1’i ateş, %81.9’u kas ağrısı, %77’si yorgunluk, %70.1’i baş ağrısı ve %68.6’sı öksürük olarak doğru yanıtladı. Oseltamivir tedavi endikasyonları sorgulandığında 166 (%82.2) katılımcı doğru olarak yanıt verdi. Asistan hekimlerin %21.1’inin mevcut sezonda grip aşısı yaptırdığı görüldü. Kronik hastalığı olan ve olmayan asistanlar arasında grip aşısı yapılma sıklıkları açısından istatistiksel anlamlı bir fark saptanmadı (p= 0.136). Sonuç: Araştırmada; pediatri asistanlarının influenza farkındalığı, tedavisi ve bağışıklaması hakkında bilgi düzeylerinin ve bağışıklama oranlarının düşük olduğu saptanmıştır. Her influenza sezonu öncesinde pediatri asistanlarına influenza virüsü ve aşısı hakkında hatırlatıcı eğitimler verilmesinin faydalı olabileceği düşünülmüştür.
Hemşirelerin günümüzde sık karşılaştığı sorunların başındagelen ahlaki sıkıntı kavramı, birtakım engellenmeler neticesinde doğrueylemlerin bilinmesine karşın yerine getirilemediği durumları ifade et mektedir. Bu çalışma, hemşirelerin ahlaki sıkıntı yaşama durumlarını veetkileyen etmenleri belirlemeyi amaçlamaktadır. Kesitsel tanımlayıcı nitelikteki bu araştırma, Ocak-Mart 2018 tarihleri arasında yüz yüzegörüşme yöntemi kullanılarak, Aydın ilinde bulunan iki devlet hasta nesi ve bir üniversite hastanesinde yürütülmüştür. Araştırma verileri;Kişisel Bilgi Formu ve Hemşirelikte Ahlaki Sıkıntı Ölçeği kullanılaraktoplanmıştır. Bu çalışmaya, hastanede çalışan 448 hemşire katılmıştır.Ahlaki Sıkıntı Ölçeğinden elde edilen toplam puan ortalaması 36,74+14,32 olup, alt ölçeklere bakıldığında alınan en yüksek puan or talaması zaman alt boyutundan, en düşük puan ortalaması ise olanak lar alt boyutundan alınmıştır. Hemşirelerin demografik özelliklerinegöre Ahlaki Sıkıntı Ölçeği puan ortalamaları incelendiğinde, yaş ve ça lışılan hastane açısından alt boyutlarda istatistiksel anlamlılık saptan mıştır (p<0,05). Bu çalışmada, hemşirelerin ahlaki sıkıntı puanortalaması orta düzeyde bulunmuştur. Hemşirelerin yaşları ve çalıştık ları kurum, ahlaki sıkıntı yaşama durumlarını önemli derecede etkile mektedir. Hemşirelerin ahlaki sıkıntı alt boyutlarında, zaman altboyutunda en yüksek düzeyde sıkıntı yaşadıkları sonucuna ulaşılmıştır.
Objective: Irritable bowel syndrome is a disease that negatively affects life. Recently, diet therapies have been emphasized. Our study, the aim was to investigate the effect of low FODMAP (fermented oligo-, di-, monosaccharide and polyols) diet on the frequency of gastrointestinal symptoms and the effects on quality of life in patients with IBS. Method: 18 children aged between 7-18 years, who were diagnosed with IBS, followed by University of Health Sciences Izmir Dr. Behçet Uz Children’s Diseases and Surgery Training and Research Hospital the Child Gastroenterology, Hepatology and Nutrition Clinic were included in the study. The appropriate KINDL scale was applied at the time of application and 2 weeks after the end of the low FODMAP diet. GIS symptoms of the week 0 and 6 KINDL results were compared. KINDL scale was applied to the families before and after dieting and the results were compared. Results: The study was completed with 10 patients. The most common symptom was abdominal pain and it was present in all patients. All symptoms were found to decrease after diet but it was not significant. There was a significant increases in emotional well-being, family divisions and total KINDL results at the 6th week of diet in the children In parent KINDL scales, the results were not considered significant. Conclusion: Despite there was a decrease in GIS related complaints and increase in quality of life in IBS patients who underwent low FODMAP diet, it has been found appropriate to continue the study with larger patient groups for longer follow-up periods.
Amaç: Kliniğimizde hiperemesis gravidarum nedeniyle yatan ve tedavi edilen hastaların maternal ve fetal sonuçlarını değerlendirmek Materyal ve Metod: Hastanemizde doğumu gerçekleşen 58 hiperemesis gravidarumlu hastanın verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların demografik, klinik, hormonal ve tam idrar tetkiki parametreleri toplandı. Bulgular: Yaptığımız analizlerin sonucunda, hastaların ilk başvuruda ortalama gebelik haftası 9.5 ± 2.40 haftaydı. Hastaların ortalama gebelik öncesi ağırlıkları 67.48 ± 8.71 kg, doğum sonrası ağırlıkları 75.74 ± 11.69 kg ve gebelik süresince kilo alımları 8.26 ± 4.45 kg olarak tespit edildi. Hastaların 53.4 % ü normal doğum ve % 46.6 sı sezaryen ile doğum yaptı. Hiperemesis gravidarumlu hastaların ortalama doğum haftası 37.66 ± 1.51 dı. Yenidoğan bebeklerin ortalama ağırlıkları 3045.34 ± 341.61 gram olarak bulundu. Yenidoğan bebeklerin % 55.17 sinde cinsiyet kız olarak tespit edildi. Hastaların % 27.6 sı hiperemesis şikayetlerinin alevlenmesi üzerine hastaneye tekrar başvurmak durumunda kaldı. Tüm hastaların ortalama hastanede yatış süresi 2.74 ± 1.59 gündü. Hastaların ortalama TSH seviyeleri 1.15 ± 1.01 olarak bulundu. Yaptığımız korelasyon analizinde idrarda keton oranı ile hastanede yatış süresi arasında pozitif yönlü anlamlı bir korelasyon tespit edildi. (r=0.402, p=0.002). Sonuç: Hastanemizde hiperemesis gravidarum literartür verileri ile uyumlu olarak memnun edici sonuçlarla tedavi edilmektedir. İdrarda keton tespit edilen hastaların daha etkin tedavisi, hastanede yatış süresini azaltmada etkili olabilir.
Bir müzik yazısını sesi, süresi ve ölçü yapısına göre okunması anlamına gelen solfej; müziksel işitme, okuma veyazmanın bir boyutu olarak görüldüğü gibi, müzik teorisinde kazandırılacak olan hedef ve davranışların öğretildiğive pekiştirildiği bir unsur olarak karşımıza çıkmakta ve bu durumun özellikle başlangıç düzeyinde önemli bir yeresahip olduğu görülmektedir. Eğitimde ders kitabının önemli bir yere sahip olduğu düşünüldüğünde, solfejkitaplarının da bir ders kitabı olarak müzik eğitimi sürecinde önemli olduğu fikri akla gelmektedir. Bu çalışmada;başlangıç düzeyinde kullanılan “Petit Solfege”, “Solfége Elémentaire”, “Elementary Solfeggi for Medium VoiceOp.9”, “Corso Facile di Solfeggio”, “Solfége des Solféges 1A ve 1B” solfej kitapları kazandırılacak ya dapekiştirilecek müzik teorisine yönelik konu, ölçü birimi, ton, anahtar ve ses aralığı yönünden sınıflandırılarakincelenmiştir. Araştırmada nitel analiz yöntemlerinden içerik analizi kullanılmış, kitaplarda yer alan solfejler öncekazandırılmaya çalışılan konu yönünden tablolaştırılmış, daha sonra solfejler ölçü birimi, ton, anahtar ve ses aralığıgibi değişkenlerle frekans ve yüzde olarak tablolar halinde yorumlanmıştır. İnceleme sonucunda solfej kitaplarınınkonu yönünden benzerlikler göstermesine rağmen içerik yönünden farklılaştığı, kitaplarda yer alan solfejlerineğitimin ilkelerine uygunluk gösterdiği, ölçü birimi noktasında basit ölçü birimlerinin, ton noktasında ise Do majörtonunun tercih edildiği görülmüştür.
Amaç: Koronavirüs (COVID-19) pandemisi elektif ameliyat sayıları üzerinde belirgin bir değişime neden olmuştur. Bu değişimin genel cerrahi uzmanlık eğitimini etkilemesi olasıdır. Fıtık cerrahisi genel cerrahi eğitiminin temel bir öğesidir. Bu çalışmanın amacı, pandemi dönemini bir yıl önceki aynı dönemle karşılaştırmak ve fıtık ameliyatı sayısındaki değişimden yola çıkarak pandeminin genel cerrahi uzmanlık eğitimi üzerindeki etkisini ortaya koymaktır. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Nisan- Aralık 2019 (Kontrol grubu) ve Nisan- Aralık 2020 (Pandemi Grubu) tarihleri arasında yapılan elektif karın duvarı fıtığı ameliyatları dahil edildi. Elektronik hasta dosyaları retrospektif olarak taranarak ameliyat verileri elde edildi. İki grup toplam vaka sayısı, eğitim amacıyla uzmanlık öğrencileri tarafından yapılan ameliyat sayısı ve vaka sayılarının aylara göre dağılımı açısından karşılaştırıldı. Bulgular: Çalışmaya toplam 273 ameliyat dahil edildi. Kliniğimizde 2019 yılı döneminde 212 fıtık ameliyatı, 2020 yılı döneminde 61 fıtık ameliyatı uygulanmıştı (p:0.001). Uzmanlık öğrencileri tarafından yapılan fıtık ameliyatı sayısı 2019 yılında 88 iken 2020 yılında 18’di (p:0,009). Pandemi döneminde toplam fıtık ameliyatı sayısındaki ve uzmanlık öğrencileri tarafından yapılan ameliyat sayısındaki azalma istatiksel olarak anlamlıydı. Pandemi öncesi dönemde vakaların % 41,5’i, pandemi döneminde ise vakaların % 29,5’i uzmanlık öğrencileri tarafından uygulanmıştı. Ameliyatların asistanlar tarafından yapılma oranında gruplar arasında istatiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p:0,103) Sonuç: COVID-19 pandemisi döneminde elektif fıtık ameliyatı sayısı ve uzmanlık öğrencileri tarafından yapılan ameliyat sayısı azalmıştır. Cerrahi uygulamanın eğitimin önemli bir parçası olduğu göz önüne alındığında, vaka sayısındaki düşüş ve uzmanlık öğrencilerinin ameliyatlara katılımındaki azalma eğitimin kalitesini etkileyecektir. Bu sonuçlar, pandemi döneminde uzmanlık öğrencisi eğitiminin yeniden düzenlenmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
Amaç: Travma çocuklarda önemli bir mortalite morbidite nedenidir. Bu çalışmada amacımız Çocuk cerrahisi kliniğine yüksek enerjili travma nedeni ile yatırılan hastaların değerlendirilmesidir. Gereç ve Yöntem: Çalışmamız da Adana Şehir Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk cerrahisi kliniğine Eylül 2017-Nisan 2020 tarihleri arasında yüksek enerjili pediatrik travma nedeniyle yatırılan 133 hastanın kayıtları geriye dönük olarak incelendi. Adana Şehir Eğitim ve Araştırma Hastanesi etik kurulundan onay alındı. Hastalara ait demografik veriler,travma tipi, travma mekanizması, travma sonucu gelişen yaralanma, travma mevsimi, uygulanan tedavi, laboratuar sonuçları ve pediatrik travma skorları değerlendirildi. Bulgular: Başvuran 133 olgunun yaş ortalaması 7±4,40 yıl dı. Hastaların 53(%39.8)’ü kız,80(%60,2)’i erkekti. 126(% 94,7) hastada künt, 7(% 5,3) hastada penetran travma mevcuttu. Travmalar en sık yaz mevsiminde gerçekleşmişti(%37,6). En sık travma nedeni düşme(%54,9),travma sonucu gelişen en sık yaralanma ise abdominal yaralanmaydı(%33,1). En sık yaralanan organ ise karaciğerdi(%21,1). Mortalite oranı %2,3 dü. Ortalama yatış süresi 3,99±3,75 gündü. Pediatrik travma skor ortalaması künt travmalarda 9,87±2,19, penetran travmalarda ise 10±0,81 di. Laboratuar verilerinde WBC ortalaması 14,99±5,83 10³/µ, Hb 11,9±1,31g/dL, Htc 35,19±3,76, AST 201,74±31,64 U/L, ALT 109,5±172,92 U/L. Bütün yaş gruplarında künt travma belirgindi. 3-7 yaş grubu olan oyun çocukluğu döneminde düşme(%44,6) ve araç dışı trafik kazası(%30,4) , 0-2 yaş grubunda düşme(%81,8) en yüksek travma nedeniydi. Travma mekanizmaları, yaş grupları, hastane yatış süreleri, pediatrik travma skorlarına göre cinsiyetler arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık vardı (p<0,05). Sonuçlar: Büyük çoğunluğu önlenebilir nitelik taşıyan çocuk travmaları önemli bir mortalite nedenidir ve tedavisi çoğu zaman konservatif ve cerrahi tedavi ile mümkündür. Önceliklerimiz çocuklarımızı travmadan korumak olmalıdır. Bunun için gözleyerek ve refakatle korumanın yanında eğitimin büyük önemi bulunmaktadır
Amaç Bu çalışmada oküler protezlerin iris renklendirilmesin de kullanılan dijital görüntüleme ve boyama yöntemle rinin başarısının karşılaştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem Ege Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’ne çeşitli ne denlerle başvuran göz küresini kaybetmiş 36 olguyairis renklendirilmesinde klasik boyama yöntemi ve di jital görüntüleme yöntemi kullanılarak iki adet okülerprotez yapıldı. Boyama ve dijital görüntüleme yöntem lerini karşılaştırmak için Adobe Photoshop bilgisayaryazılım programı kullanıldı. Bulgular Tüm veriler tek yönlü varyans analizi, ikili karşılaştır malar t-testiyle yapılmıştır. Sağlıklı göz irisi ile dijitalgörüntüleme yöntemi ile hazırlanan iris arasındakirenk farkı ile sağlıklı göz irisi ile boyama yöntemi ilehazırlanan iris arasındaki renk farkı t- testi ile istatis tiksel olarak analiz edildiğinde fark anlamlı bulunmuş tur (P<0.05). Sonuç Dijital yöntemin ΔE değeri boyama yöntemine göre azolmasına rağmen, boyama yöntemi de kabul edilebilirsınırlar içindedir. Boyaların kat kat uygulanması irisinoptik özelliklerini daha iyi taklit etmekte, daha doğalve derin bir görünüm vermektedir.
Vulnerability is the most important concept in analysis of communication networks to disruption. Any network can be modelled by graphs. So measures defined on graphs gives an idea in design. Integrity is one of the well-known vulnerability measures interested in remaining structure of a graph after any failure. Domination is also an another popular concept in network design. Nowadays new vulnerability measures take a great role in network design. Recently designers take into account of any failure not only on nodes also on links which have special properties. A new measure edge domination integrity of a connected and undirected graph was defined by E. Kılıç and A. Beşirik such as ${DI}^{'}(G)=min{ |S|+m(G-S):S subseteq E(G)}$ where $m(G-S)$ is the order of a maximum component of $G-S$ and $S$ is an edge dominating set. In this paper some results concerning this parameter on corona products of graph structures $P_n odot P_m $, $ P_n odot C_m$, $P_n odot K_{1,m}$ are presented.
Regulated deficit irrigation (RDI) is one of deficit irrigation (DI)techniques and it is developed to minimize irrigation inputs infruit production, especially in areas where water resources arelimited, is recommended for saving irrigation water inagriculture. This study was conducted to determine the effects ofdeficit irrigation treatments applied in different growth periodson plant water consumption, water yield relations, stomatalconductance and yield of Braeburn apple variety (grafted on M9rootstock). Experiments were conducted in the years 2010, 2011,and 2012 at Fruit Research Institute, Eğirdir, Isparta, Turkey. Sixdifferent irrigation treatments were applied as I1; non-deficitirrigation program, I2; continuous deficit irrigation program(CDI), I3; deficit irrigation program between the 40th and 70thdays after full bloom (DAFB), I4; deficit irrigation programbetween the 70th and 100th DAFB, I5; deficit irrigation programbetween the 100th and 130th DAFB and I6; deficit irrigationprogram between the 130th and 160th DAFB. The highest yield(55.2, 54.1 and 63.8 t ha-1 in 2010, 2011 and 2012 respectively)and water use efficiency (WUE) (0.130, 0.129 and 0.137 t ha-1mm-1 in 2010, 2011 and 2012) values were obtained from I3treatment in all short-term deficit irrigation treatments. Thestomatal conductance values decreased during the short-termdeficit irrigation treatments, but the values increased followingthe deficit irrigation periods. The results revealed that apple treesgrafted on M9 rootstock were influenced by short-term waterstress, but they were able to cope with stress after the deficitperiods. In all deficit irrigation treatments, yield response factor(Ky) ranged from 0.77 to 2.11 Apple tree yield was less sensitiveto water deficit in I3 compared to other treatments. Therefore I3treatment was found to be applicable in case of scarce waterresources since it ensured water saving.
Amaç: Çocukluk çağında baş dönmesi geniş etiyolojik spektrumu ile pediatri pratiğinde en sıkhastaneye başvuru nedenlerinden birisidir. Bu çalışmada üçüncü basamak eğitim araştırma hastanesiçocuk nöroloji polikliniğine baş dönmesi şikâyetiyle konsülte edilen hastaların demografik özellikleri,ayırıcı tanısı, klinik ve laboratuvar bulguları ile değerlendirilmesi amaçlanmıştır.Gereç ve Yöntem: Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi çocuk nöroloji polikliniğine Mart 2018 -Şubat 2019 tarihleri arasında baş dönmesi şikayeti ile konsülte edilen 18 yaşından küçük 132 hastanınverilerini retrospektif olarak değerlendirdik.Bulgular: Hastaların 83’ü kız, 49’u erkek (kız/erkek oranı:1,7)’di. Ortanca yaş 14’tü. En sık etiyolojiknedenler; ortostatik hipotansiyon (%55,3), psikojenik vertigo (%7,6), sinüzit/mastoidit/labirintit (%6,1),migren (%6,1) ve benign paroksismal vertigo (%6,1)’ydu. Baş dönmesine eşlik eden en sık şikayetler;baş ağrısı (%48,5), göz kararması (%40,9) ve senkoptu (%18,9). Hastaların %95'ine konsültasyonöncesi veya sonrası beyin manyetik rezonans görüntüleme yapılmıştı ve sadece %4,8'inde nörolojikhayatı tehdit eden durum saptandı. Olası yaşamı tehdit eden baş dönmesi nedenleri arasında;hidrosefali, serebral arteriyel enfarktüs ve kardiyojenik nedenler (aritmi ve koroner arter hastalığı)ikişer hastada tespit edildi. Hayatı tehdit eden nörojenik baş dönmesine sahip tüm hastalar ek nörolojikbelirti veya bulgulara sahipti.Sonuç: Baş dönmesi yakınması ile pediatrik nöroloji konsültasyonu sağlanan çocuklarda benignetiyolojik nedenler sıktır. Ancak ilişkili nörolojik ve kardiyolojik ek belirti ve bulguların varlığında,yaşamı tehdit eden durumların dışlanması ve gereksiz tetkikten kaçınılması gerekmektedir.

/ 7
2 / 7